29 Kasım 2009

Tekin Sönmez’den Yansıma’lar...
Söyleşi: Prof. Dr. Veysel Batmaz

Tekin Sönmez ile tanışıklığım Yansıma günleriyle başladı. Ayda 9-10 bin net satışıyla Yansıma, 12 Mart faşizmi sırasında direnen, Varlık ile birlikte iki edebiyat dergisinden biriydi. Ben de o dergide yazarlık hayatına başladım ve ilk yazılarımı “Mehmet Veysel” imzasıyla orada yazdım. Aynı zamanda derginin ilk on beş sayısının “hamallığını” da kısmen üstlenmiştim. Tekin Sönmez, o yıllarda, hem bir kavga şairi olarak, hem de bir çok edebiyat insanına o en boğucu zamanlarda seslerini haykırabileceği bir dergi yaratan ve toplumsal savaşımın bitmediğini gösteren bir editör olarak oldukça ağır ve meşakkatli bir görevi yerine getirdi. Bedelini de ödedi. Genç kuşakların Tekin Sönmez adını daha iyi bilmeleri gerekiyor. Bu, hem 12 Mart ve 12 Eylül günlerinin direnişçi bir edebiyat insanını keşfetmek, hem de son yıllarda Tekin Sönmez’in kendi külliyatına eklediği yeni biçim ve biçemlerin içinden tarihsel ve güncelliğin nasıl yakalanacağını öğrenmek demek. Onunla yaptığım bu söyleşi, bu yansımaları suyun yüzüne vuruyor:

V. BATMAZ- Şair ve romancı olarak Tekin Sönmez’in 12 Mart ile başlayan serüvenini genç yazar ve okurlara nasıl anlatırız?

T. SÖNMEZ- Nerede ise kırk yıl sonra bu söyleşiyi yapma şansını bulduğum Sevgili Mehmet Veysel, ‘12 Mart ile başlayan serüven,’ diye bir ayraç veriyor. Arkaplana girmeden kısaca; Ant ve Türk Solu dergilerinde şiirlerim yayınlanıyordu. Bunlardan birisi (1968) dava konusu oldu ve aklandım. Bu sırada Asım Bezirci’den kısa bir mektup aldım. ‘Siyasal İktidar Sanata Karşı’ adlı kitap için Çetin Yetkin’in bu dava ile ilgili benden belge istendiğini yazdı. Bu tanışmadan sonra A. Kadir, Rıfat Ilgaz, E. Behzat Lav, Hasan Hüseyin, Bedrettin Cömert, Metin İlkin gibi yazarların katılacağı Gelecek Dergisi hareketine, Asım Bezirci’nin bir mektubu ile çağrıldım.
O dönem şiir seçici kurulunda Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın da bulunduğu TRT ödülleri açıklanmıştı. Bin iki yüz dolayında şiire karşı koşu parkuranı çıkan ‘Sarıkamış’ ve ‘Şafağın Demircisi’ adlı ikiliden, ikinci şiirimle başarı ödülü almıştım, Oktay Kurt Böke (1970) Cumhuriyet’te yayınlamıştı. Coşkuluydum!

Bu sevinçle Gelecek Dergisi buluşmalarına (1971 Ocak Şubat-Mart, Nisan aylarında) katıldım. Dergi ortada yoktu. Haftada bir akşam buluşuyor, çay içerek konu gündemi oluşturuyorduk. Hasan Hüseyin ve Bedrettin Cömert Ankara’daydılar beride andığım isimlerle birlikte Tünel’e yakın bir evde Gelecek Dergisi hazırlandı. İlk düzyazım burada yayımlandı. Dergi, dört sayı sonrası askeri sıkıyönetimce kapatıldı, saygı ve sevgi anıları oluşturan o insanlarla bir daha bir araya gelemedim.

Bireysel bir çıkıştı benimkisi; hemen o güz Yansıma’nın tasarımını yaptım ve 25 cumhuriyet lirası akçe ile kağıt, basım giderlerini karşılamak üzere çıktım yola ve (Ocak 1972) ilk sayısını yayımladım. Ankara’dan bu kez C. A. Kansu, H. Hüseyin, B. Cömert önerime sıcak bakmış ve ilk sayı ile katılmışlardı. Yansıma yazar kadrosu ve Yansıma çalışanları yoktu. Rıfat Ilgaz anılarını yazdı, Kerim Korcan öyküleriyle katıldı. Hür Dağıtım ile ilk başlarda anlaştım fakat satış sayısı onlara az geldi ve bıraktılar.

Dağıtım da bana kaldı. Taşradan istekleri de ben paketliyor, PTT’ye götürüyor, Dergi omuzumda Cağaloğlu’ndan, Karaköy İskelesi’ne, Taksim’e, Kadıköy’e dek satıcılara taşıyor, iadeleri yükleniyor bir ay sonra labirentten çıkıyordum.

Bu arada yeni sayı girişimleri, yazışmaları, sekreterya işlerini, sırasında sabahlara dek çalışarak tek başıma yürütüyor, kimileyin matbaalarda sabahlıyor, bir yerden ötekine koşuyordum. Dergiye bir Yılmaz Güney yazısı nedeniyle dava açıldığı gün, sorumlu yazı işleri müdürümüz alı al moru mor ağlayacak gibi geldi. ‘Duruşmada, Tekin Sönmez bu yazıyı bana göstermeden yayınlamış dersin, olur biter, cezasını ben çekerim,’ dedim ve onunla da yollarımız ayrıldı. Yollar ayrılmakla bitmez! En verimli yıllarımdı, yayınlamada ve insan/yazar ilişkilerinde dikkatliydim fakat her açıdan risk vardı. Neden yayınlamadın, neden yayınladın gibisinden editör olarak teke tek yazarlarla sorun çıkıyor, matbaa, kağıt, bir sonrası dergi için satıcılardan geri dönmeyen bir lira bile durup dururken risk oluşturuyordu. Evet! Yansıma benim için de bir insan tanıma okulu oldu ve bu ‘yaşam, yapıt, yazar’ üçgeninde eriştiğim bilgiler klasik her yazarın yaşamında olması gereken birikimi ve değişmez nirengi noktasını da oluşturdu.

Arkaplan özel yaşamımda dört yaşında kızım, eşimin ilk evliliğinden olan on yaşında oğlu ile dört kişilik problematik bir aile konumu da vardı. Edebiyatıyla sosyal çevreler ve değindiğin gibi Türkiye yılgı içindeydi ve büyük bir dağınıklık yaşanıyordu.

O günlerde seninle birkaç öğrenci Yansıma izleyicisi olarak beni buldunuz. Hepinize, benzer ‘ne olursa, yazın’ klasik önermemi yaptım. Onların içinden ilk tanıtım yazısı da senden geldi. O günlerde Van’dan Rıza Zelyut, Adapazarı’ndan Necati Mert, Sivas’tan Mustafa Balel, Trabzon’dan Ahmet Özer, Turgutlu Manisa’dan Erol Çankaya, Burhan Günel gibi bir çokları da sonra yollar ayrılsa bile sanırım hemen ilk denemeleriyle Yansıma’ya geldiler.

Günümüz Türk Öykü Özel Sayısı ile hızlandık, Vietnam Sanatı Özel Sayısı, Sabahattin Ali Özel Sayısı, Günümüz Türk Şiiri Özel Sayısı, bu sürede Nazım Hikmet İnceleme ve bir de şiir yarışması düzenledik. C. A. Kansu ve Bedrettin Cömert şiir seçimi yaptılar. Bende yarattığın güven duygusu ile bu dosyaların ilk elenme çalışmalarında senden yardım aldığımı söylersen şaşırmayacağım Sevgili (Mehmet) Veysel Batmaz.

V. BATMAZ- Son kitapların roman, ama aynı zamanda Jungien alogorilerle örülü şiir tadında. Ben onlara yazının “arkeolojisi” diyorum. “Tekin Sönmez” adıyla Türkiye’nin en önemli şairlerinden biri olarak son kitaplarınla ilgili benim sorguladığım önemli bir sorun var: Neden kendi adını bu yeni kitaplarda “SonMez” olarak kodladın? Kitap adları neden biraz gizemli ve şifreli? Açımlar mısın?

T. SÖNMEZ- Bu bir sorun değil. İnternet dizgeleriyle ortaya çıkan teknik gelişmeler, İngilizce’de olmayan (ö) harfini kullanımsız kıldı. Böylece, ‘Sönmez’, e-post adreslerinde kendiliğinden ‘Sonmez’ oldu. Bu zorunluluk bir ikilik yarattı. Bunu rasyonel kılmak, ikiliği ‘makul’ bir ortak payda altında toplamak için (m) büyük (M) boyutuna ulaştı. Eskiyle düşünsel bir yol ayrımı simgesi de değil, ‘taklitlerinin’ çoğaldığı ‘Sönmez’ soyadlarından bir açıdan ayrışma kolaylığı ortaya çıktı.

V. BATMAZ- Türkiye’deki edebiyata hep yeni bir şeyler verdin. Dergi, şiir, gazete söyleşisi, deneme ve roman... Hele son romanların hem bir belgesel niteliğinde hem de kurgusal olarak öncü bir edebiyat niteliğinde. Her kitapta yazının açıklamasını da yapıyorsun. Okurlara seni nasıl okumalarını öneriyorsun?

T. SÖNMEZ- ‘Son kitapların roman, aynı zamanda Jungien alogorilerle örülü şiir tadında. Ben onlara yazının “arkeolojisi” ve ‘..kurgusal olarak öncü bir edebiyat niteliğinde,’ olduğunu söylediğin romanlarım için ‘okurlara ne tür okuma önerisi’ vereceğim? Şöyle ki bir örnek vereceğim; Hindistan ve Güney Amerika ilk gezginlik (1990-91) ardılı, Berlin Kültür Senatosu’nun konukluğu ile (1992) orada yazdığım ‘Söylence Berlin.’
25 bin DM’yi bir hayat kadınına ödeyerek kağıt üstü evlikle Almanya’ya giden ve orada yeterli süre dolmadan bu kadının onu terk etmesiyle çoğu yerde Berlin polisinden kaçan Erol; ‘Tekin Ağabey bu romanda kendimi buldum,’ dedi. Neden? Üstelik ben Erol’u tanımadan önce yazdım bu romanı

Evet, hem Almanya’da hem Türkiye’de ‘öteki’ rolü almış kişilerle renklenen, yaşam düzeyi ile bir ayağı Anadolu, öteki ayağı Berlin olan, bir yanı Kuzey söylence metaforlarına dayalı, öteki yanı Anadolulu öykü betimlemeleriyle de kadın/erkek ilişkilerine Alman/Türk varyantlarıyla sokulan, Almanya’da kentli, Anadolu’da köylü bireyi canlandırmak üzere fakat getto kültürlü alt/dil tekniğine başvurmadan; mektup, saga, deneme, öykü, anı türlerini de içinde barındıran sarmal bir roman olduğu halde; ‘kendimi bu romanda buldum,’ diyen okuru da gereksinen romanlar vardır.

Metin içi okumalar paralel olsa bile birkaç ayrı kulvarda koşu isteyen romanlardır bunlar. Kent, her kent kendi varoluşuyla farklı bir yaşamsal algı gerektirir, hem bireyini yaratır hem de her kent her birey için farklı algı dağarı verir ki, Berlin’de yaşamak romandaki gibi fantastik realistik bir (kompleks) algı zorunluğu gerektirir. Evet, Berlin’i yaşamayan birey de Söylence Berlin ile bağ kurabilir. Yeter ki bir roman ütopik/nesnel yanıyla kendi romansına yakın düşen romantik okurunu bulsun ve şöyle ya böyle o yaşam parçasıyla bir bağ kurulsun aralarında. Modern bir kentte Wagner rolü ile görev alan dedektif Rudolf neden bu rolü üstlenir? Okur, romandan önce Wagner’i tanımasın mı? Başa dönersem, her roman her okur için değildir.

V. BATMAZ- Türk romanı son yıllara önemli uluslararası başarılara sahip oluyor. Ancak ilginç olan, bu başarının ardındaki “çeviri” bir edebiyat. Hani anakronik olarak alay edersek, “Türk aydını tercüme bürosundan doğmuştur” misali, günümüz Türk romancısı da başarıyı çeviri ile elde ediyor. Bu romanlar, müeliflerinin söylediklerine göre ilkönce İngilizce yazılıyor, sonra onun Türkçesi çeviri olarak yayınlanıyor. Orhan Pamuk ve Elif Şafak’tan söz ediyorum. İçlerinde bol miktarda da “maddi hata” var bu romanların. Bu gelişmeleri nasıl yorumluyorsun? Edebiyata neler katıyor bu “başarı” olgusu? Senin “edebiyatın” bu anlamda nerede duruyor?

T. SÖNMEZ- İlginç bir gözlem ve karşılaştırma benim için Sevgili Veysel. Çok farklı bir dünyada yaşıyoruz! Tolstoy gibi, Zola gibi, Dostyevski gibi yaşamadan, yazılan ‘çakma’ romanlar vardır. ‘Senin ‘edebiyatın nerede duruyor,’ bir anlamda ‘yazarı olarak sen nerede duruyorsun,’ der gibisin! Ben yazar, yaşam ve yapıt üçgenini zorunlu görürüm roman sanatında. Hindistan kazan ben kepçe, ‘BenAras’ iki kez uzun süreler yaşayarak orada yazdığım bir roman. Berlin konukluğumda ‘BenAras’ı yazmak için masaya oturdum, fakat ‘Söylence Berlin’i yazdım. Şaşırdınız mı? Hindistan’a turistik gezi yaparak, Hindistan romanı yazılmaz. Kars’a turistik gezi yapılarak Kar/Kars yazılmaz. Stockholm’e turistik gezi yapılarak ‘Çıplak Viking’ yazılmaz.
Adlarını anarak, romanlarında “maddi hata var,” dediğiniz yazarlardan birisi, Hintli sevgilisi ile Hindistan haberleri veriyor ve olası ki Hindistani bir roman peşinde koşuyor. New York’da, Harlem’de Colombus Üniversitesi Kampüsünde eşi ile birlikte konuğu olduğum ve patatesli tavuk ikram edilen üç kişilik o akşam yemeği sırasında kendiliğinden sunduğu bir öneri üzerine, ondan birkaç yıl sonra bu öneriyi anımsatmak için Nişantaşı’nda kendisini ziyaret ettiğimde, (verdiği öneriyi unutarak); sordu; ‘Hindistan’a nasıl gidiyorsun? Seni orada, havaalanında birileri bekliyor mu,’ dedi. ‘Kimse beklemez! Uçaktan inip elimde harita, lokal araçlarla tek başıma kente girer ve günde bir dolar ödeyebilen küçük bütçeme göre bir posado ararım,’ yanıtı aldı benden.
Şu var, Sevgili Mehmet Veysel, Hindistan’ı çarıklarınla arşınlayacak o evrensel acıyı yaşayacaksın! Hintliler seni görünce yaşamsal kılgısal algı açısından seni hint fakiri sanacaklar ve senden, bulunduğun yerdeki bir sokak, tapınak, bir cadde adresini Hint dili ile soracaklar. O zaman Hintli sevgilin olmadan Hindistani bir roman peşinde koşabilirsin. Ben, ‘BenAras’ı ilk gidişim 1990’ da yazmaya başladım, ikinci gidişimle (1997) tamamladım ve on yılı aşkın süre aldı. Bakın, diyorum ki bugüne dek gerçek bir ‘Söylence Berlin’ romanına, Tekin Sonmez’den başka hiçbir romancı imza atamadı. ‘Çıplak Viking,’ Stockholm’de yazılan roman da böyle. ‘Marissa Epos,’ Mannheim’de ırmak kıyısına makinemi bırakıp ilk sayfalarını yazdığım roman da öyle.
Evet! Dil yetisi, dil sezgisi ve dağarı, teknik avadanlıkların kullanılması, metaforlar, kurgu, kişilerin dinamik bir kulvarda capcanlı ötekileriyle yarışır gibi fakat kendi rollerini de unutmadan koşadurması ve bu tür paralel saydam kulvarlarda koşan insanların birbirlerine geçişmeyerek yine de yaşamsal algı sarmalında konuşmaları, diyalog kurmaları, sevişmeleri, çocuk sahibi, mal mülk sahibi olmaları elbette her romanda söz konusudur, salt yaşam da yetmez yazmaya.. evet..fakat.. fakat yaşamadan yazmak, taşıma su ile dönen değirmene benzer, derim, ben. Şimdilerde, ‘çakma romancı’ diyorlar onlara.

V. BATMAZ- “Türkçe” konusunda neler söyleyeceksin? Bir çoklarının tersine Türkçenin evrensel bir dil olduğunu ileri sürüyorsun? Neye dayanarak?

T. SÖNMEZ- Bir başyapıtta siyasa olsun olmasın ikilemi değil, yazmanın ilk ilkesi sözlü dil de değil ‘yazın dili’dir. Bana ikinci okul olan dünya gezginliği, ‘yazın dili’ konusunu bir nirengi noktası olarak yine önüme getirdi. Guatemala’ya yerleşmek ve İspanyolca yazma fikri çekimli gelmişti o günlerde. Epeyce de zorlandım! Ana/dil, baba/dil, sömürge/dili (Güney Amerikada İspanyolca, Afrika’da, Ordadoğu’da Arapça) ne olursa olsun; kişi bir dilde yazınsal metinlerle yaşamaya görsün.. ikinci dil ile yazdıkları ve ardılı çeviri de ‘çakma dil/yapıt’ gerçeğini verir.
Örnekse Türkçe yazılıp, Kürtçe’ye çevrilen ve fakat sonradan ‘Kürtçe yazılan ilk roman’ tanımı ile piyasaya sürülenler de bu anlamda sakata gelir. Evet! 'Türkçe evrensel dillerden birisi oldu,' diyorum. Soruyorsun; ‘Neye dayanarak? Hindistan’da iki yüzün üzerinde sözlü dil var! Fakat yazınsal metin dili Hintçe, İngilizce, Bengali.. sayılıdır. Maya dilleri var! Fakat yazınsal dil orada İspanyolcadır. Bir dil, yazınsal metinler düzeyi ile evrensel dil olur. Türkçe yazınsal metinler düzeyi ile yükseklerde ve çıtayı geçti. Ben, ‘Pera da İstanbul’ deneme türü yazılarımla bu kanıya kesin ulaştım. Birçok farklı kulvarların yanında bu yapıtta iki değişmez kulvarda aynı anda birlikte koştum. Bir, sekiz ünlüsü olan Türkçe’nin, üç ünlüsü olan Arap abecesi’nden topuk farkıyla sıyrılıp, nüfus hareketleri doğrultusunda kitleselleşmesiyle seksen yılda ‘katettiği’ yol ki, bu bir mucizedir. İki, benim sözcük dağarımla, sözcüklerin tek tek farklı bileşkeleriyle ortaya çıkan betimleme düzeyi.. ve ‘Pera da İstanbul’ ile yola çıktığım bu olağanüstü kompleks koşuda, Türkçe ancak hız ve soluk verebilirdi bana. Verdi de...

Türkçe'nin evrensel dillerden olmasının bir nedeni de hem yazınsal hem sözlü ortak iletişim dili olmasıdır. Şöyle ki Türkiye'de sözü edilen 20-30 öteki dilleri sözlü olarak kullananlar için de Türkçe ortak iletişim dilidir. Bu bile evrensel olması için yeterli bir neden.
İşte ‘Pera da İstanbul’ orada. İşte ben de buradayım! Yirmi dört yüz yıl öteden baktığım Galata ve Pera’da orada. Galata ve Pera’nınTürkçe ile bu yüksek kulvarda aşılması ve yazılması için Tekin Sonmez’in yirmi beş yüz yıl beklendiğini de gördüm.

Yirmi dört yüzyıla yüksekten bakmaktadır yazarımız, içsellikten dışsallığa çıkar, bir not düşer. 'Koroların, kantocuların doldurduğu Tünel Meydanı'nda manuel yazı makinesine kan ter içinde soluk soluğa koşarken, haber var mı, yok mu diye gazeteden çağcıl teknik kullanarak soruyorlar,' der. 24 yüzyıl öteye Ksenophon söylev verdiği yere bakarak durur bir an. Bu bakışta 24 yüzyıl tek bir fotyoğrafa dönüşmüştür. Evrensel insan bilinci Ksenophon'u orada, taşın üstünde söylev verirken izler. Hem içsel hem dışsal gören ikilikli bilinç, sayıklar gibi;'Tek sözcük yazmış değil yazarımız 24 yüzyıl sonra Türkçe, sekiz ünlüyü seslendiren Latin abecesi ile sıranın gelmesini bekliyor,'der. Bu tümce ile yapıt sona erer. Şimdi burada, yazarımızın göstermek istediği paradokslar var.

'Ksenophon'un bir okçusu, bir kale burcunda vurdu beni,' diyor yazarımız. Ksenophon'un okçusu tarafından Çoruh kanyonlarında 24 yüzyıl önce vurulan çocuk 24 yüzyıl sonra, 'Pera da İstanbul' adlı kitabı yazacaktır. Başka kimse değil! Yeryüzü, yeryüzü olalı beri 'Pera da İstanbul' adlı yapıtı tek bir kişi yazabilir. Böyle ise bu çocuk neden bu yapıtı daha önce yazmadı da 24 yüzyıl bekledi?
Paradoks şuradadır, çünkü bu çocuk ancak 24 yüzyıl sonra yazınsal metin dili olarak Pera'ya çıkan Türkçe ile bunu yazmıştır. Ya da çocuk beklemiş ve fakat Türkçe, zaman tünelinde yolunu şaşırmış ve gecikmiştir! 'Pera da İstanbul' adlı kitap bu nedenle 24 yüzyıl saklı bir tarih ve serüven atlası gibi Türkçe yazacak bu çocuğu, şöyle ki Türkçe ile evrensel insan algısına ulaşacak ve hem de Türkçe yazacak bu çocuğu zaman tünelinde beklemiştir.
Evet! İlginç olan ‘Pera da İstanbul’ adlı bu yapıt üzerine görüşlerini yazacak bir yazar da yok! Doğan Hızlan, Deniz Kavukçuoğlu yazmadıklarına göre bu yapıtım üzerine yazacak yazar da yok, diyorum. Neden? Çünkü yazarların bu tür kompleks yapıtları okuyacak zamanları yok. Evet, şimdi buradan farklı yorumlar çıkaranlar olacaktır. Arkadan vurmamak koşuluyla, olsun!
Ne diyor yazarımız? Evet! Yazınsal metinler dediğimiz roman, deneme, öykü, günlük... bunlar dil ile ortaya çıkıyor. Fakat kullanılan teknikler onlara yol açar. Denemenin uç sınırları üst bölümde yazara yol gösterir ve hareket ritmi sağlar ve bu uç sınırlarda gösterir kalemini yazar.
Roman sanatı evrensel insan algısına yol gösterici olur. Deneme ise evrensel insan algısını arayan yazara yol gösterir. Her iki durumda dil sahneye çıkar.

Çağın hızı ile yüklenen dil, evet bu nedenle her iki durumda da dil kentlerle gelişme evresini bulur. Evet! Roman / deneme yazarının doğumundan çok önceleri başlayan bir süreçtir bu. Şiire ve ütopik romantizme, ötelenmiş düş kurmalara ara/konak basamaklar oluşturan 'sözlü dil' değil. Böyle ise ilk yol ayrımındayız. Sözlü dil, yazın dili yol ayrımıdır bu. Yazın dili bilinci, tarih bilinci ister. Kent bilinci ile başlayan bir süreçtir bunlar.

Tekin Sonmez neye dayanarak neye göre, nerededir, diye soruyor Sevgili Mehmet? Benim için keşif şuradadır. Batı Oğuzcası ile bugünkü yazınsal metin dili olan Türkçenin yazınsal anlatım gereci olarak (yük taşıma) betimleme, yalın ve anlaşılır olma sınırları ve sırları.. saltık sınır demiyorum, 'sır' diyorum evet, dil gizemli bir araçtır. Ben derim ki; yazar hangi işi yaparsa yapsın, aslında gün 24 saat dil yogası yapar. Her dilin bir 'aura'sı vardır. Tekin Sonmez'in Pera'da keşif yeri Türkçedir. Kırsal alanlar değil kentler, kent gizemi ile yazınsal metni taşır. Nereye, nasıl, hangi hızla, ne oranda koşarak bir dil, evrensel insan bilincine giden yolu bulur? Kentlerle birlikte bir nabız gibi yükselen çağın hızı ile yüklenen dil ayrıntıda koşabildiği oranda evrenselleşir.

Evet, fakat bir de ülkemizde güncel olayları izlenmeden izlemek.. bu konuya yazınsal metinci olarak nasıl yaklaşabiliriz? İşte, şöyle ki bir yıl sonrası için ve yeni bir dünya tasarımı ile Nobel Barış Ödülü vizyonu da hazırlanan pozisyonlar karşısında, yazınsal metinci nasıl bir pozisyonla kalemi elinde tutacak, diye merak ediyorum. Yeniden tasarımlanan bir dünyada sonuç olarak yoksa yazar da tasarımla ısmarlanacak mı?

V. BATMAZ- İki eski dost olarak çok eskilere gittik ama yeniyi bulduk. Çok teşekkürler.

Yansıma Dergisi'nin kurucusu ve yöneticisi Şair-Romancı Tekin Sönmez Usta ile yaptığım bu uzun söyleşi, Ali Şimşek'in yönetimindeki Birgün-Kitap Eki'nde, 28.11.2009 tarihinde kısaltılmış olarak yayınlandı.

Hiç yorum yok: