02 Mayıs 2007


TÜRBANDAN KORKMA, ABDULLAH

Beceriksizliğin telâşsızlığı içindeler.
Şaşkınlıklarının gülücüklerle perdelendiği; gerdan kırma ile yapılan alkışlamalar; Abdül Latif Şener alkışlamıyor Recep Tayyip Erdoğan’ı (son grup toplantısında sadece saydım üç şak şak vurdu ve durdu). Gümrük Birliği’nden saadetli bir yola girerek çekilmenin teleffuzunun sonunda Sezer’i Cumhurbaşkanı olarak görme isteğinin ifadesine dönüşen ayrılık rüzârları. Ya da terfiien azledilen Gül ile Arınç’ın yerini de facto doldurma gayretleri.

Becerecek algıları yok. Üç beceriksizler demiştim iktidarlarının ilk yılı sonunda. İktidarlarının sonunda becermediklerini becermeye çalışıyorlar. Rant sizde, yemediğiniz cebinizde, yediğiniz midenize... Daha ne istiyorsunuz bu Cumhuriyet’ten? Yılmaz Öztürk ile “Deşifre” elektronik posta grubunda polemikleşiyoruz. O AKP’ye faul yapıldığını, Cumhurbaşkanının AKP’nin seçmesi gerektiğini söylüyor, futboldan örnek veriyor, futbol’da kurallar değişmez, maça onbir ile başlarsınız onbeşe çıkartamazsınız oyuncularınızı, maç sırasında kural değişmez diyor. Barış Emre ise, FIFA web sayfasından futbolda kuralların ne kadar sık değiştiğini söylüyor. Ben de yanıt veriyorum YılmazÖztürk’e: Demek ki, ne demekmiş; fotbolda da, demokraside de, siyasette ve ekonomide de, KURALLAR ÇOK SIK DEĞİŞİR, DEĞİŞİYOR.

Şimdi AKP değiştiriyor; Cumhurun Başını halk seçsin diyor... İyi d, ne diye sizi seçti bu cumhur o zaman? O zaman Tayyib Bey’e ne gerek vardı, milletvekillerine ne gerek var? Hepsini halk yapsın, olsun bitsin. Beceremeyince, halk becersin.

1) Parlamenter sistemde, Başbakanı ve Cumhurbaşkanını, ikisini birden halk seçmez.

2) TBMM'nin tarihsel egemenliği bölünemez; bölünürse, şeriat gelir. "Türkiye laiktir laik kalacak" denmemiş olur. Oysa, Abdül Latif Şener’in alkışlamadığı Tayyip Erdoğan, alkış alarak şöyle bağırıyordu: Tandoğan’da, Çağlayan’da toplanmış bin dirilmiş kıtalar "Türkiye laiktir laik kalacak" diyor, biz ne diyoruz, biz de "Türkiye laiktir laik kalacak" diyoruz.” (A. Latif Şener hariç, alkışlar...)

Peki soruyoruz, Cumhurbaşkanını AKP veya halk seçerse, "Türkiye laiktir laik kalacak" demek mümkün mü? İşte tam burada Carl Schmitt’in The Crisis of Parliamentary Democracy, 1923 kitabını okumak lazım “bu akşam.” A. Kadir’in o güzel şiirinin dizesi ne güzeldir: “Rakı içmek lazım bu akşam.” Evet, okumak lazım bu akşam.

Yıl 1923, Carl Schmitt, “tüm kişilerin kişiler olarak birbirleriyle eşit olması demokrasi değildir; bir devlet biçimi de değil, bir çeşit liberalizmdir, olsa olsa, bireyci-insanî bir ahlâktır.” ... the equality of all persons as persons is not democracy but a certain kind of liberalism, not a state form but an individualistic-humaniterian ethic... (MIT Press, p. 13) diye yazıyor. Türkiye’de Cumhuriyet kuruluyor; Meclis hükümeti var, demokrasi lâfı hiç yok. Laiklik bir demokrasidir; salt eşitlik ise değil. Temsiliyet her zaman içkindir siyasal sisteme. Temsili demokrasi deriz, katılımcı da olsak, doğrudan da karışsak. Bir siyasal sistemde, checks and balance olanlar hariç, başkanlık deriz böylelerine, Cumhurbaşkanı eşitlerin iradesinin toplamı olamaz; uzlaşma şarttır. Checks and balance, buralarda o ünlü toplumsal sözleşmenin formülasyonunu yapan için kuvvetler ayırımıdır. Kuvvetler ayırımı, atanmışlarla, seçilmişlerin, seçenler açısından ve bizzatihi eşitsizliğini kabul eder ve bu eşitsizlik kabulüdür ki ayırımın taraflarını eşit güce sahip kılar. Aslında temsili olarak seçmen, her zaman seçiyordur; atanmışları da temsiliyet yoluyla seçiyordur ve bu seçim gücü olan eşistsizlik ve baskı ve yok sayma olarak geri döner. Millet egemendir ama millete egemen olunur. The Crisis of Parliamentary Democracy, budur.

AKP yolun sonuna gelmedi; can çekişiyor. Küllerinden doğacak günü bekliyor. Kapatılmadan nasıl kurtulacağının hesabını, seçimde buldu. Eşitsizliği bir kez daha, kendini var edene uygulamak için. Hele bu dönüşümlü egemenlik, oy ile desteklememiş olanlara katmerli döner. Ama bu kez, darbelerle işler yoluna girer: Patricia Springborn şöyle diyor: “Darbelerle davranma geleneği, kördüğüm olan sivil dinamiğin içinden çıkar, darbe aslında sivilin bir sonucudur.” (Aktaran Müfit İşler, Grundrisse İçin Analitik Notlar, El Yayınları, 2007, s: 8). Bunu “En STK TSK” yazımda incelemiştim. Dr. Hikmet Kırık da incelemişti, bir kitabında.

Şimdi geliyoruz Profesör Halil Sahillioğlu’na.

Abdullah

“İnsan yaşadığı topluma ve ortama ayak uydurmak zorunda kalmaktadır. Gönüllü veya gönülsüz ve zorla, intibak gerçekle­şiyor. [Osmanlı] Müslüman toplum[u], kölelerini müslüman olmaya zorlamıyordu. Nitekim, dinine bağlı kalan ve islâmî olmıyan adını taşı­makta devam eden köleler görülüyordu. Ancak, yaşadığı toplu­ma intibak ederek veya suretâ islâmiyeti benimsiyen köleler ço­ğunluktadır. Bu takdirde bir müslüman adı alıyorlardı. Fakat «soyadı» geleneğinin bilinmediği veya yaygın olmadığı dönemde insanlar babaları ve dedelerinin adlarıyla, meslekleriyle ve doğdukları ve ikâmet ettikleri şehirle tanınıyor ve tanımlanıyorlardı. Müslüman olmuş bir kimseye müslüman adı verdikten sonra, babasının müslüman adı olmıyan adıyla anıl­ması hoş karşılanmadığı ve bu babaya bir müslüman adı ver­menin olanak ve anlamı bulunmadığı için baba adı yerine, her­kes tanrı kulu olduğu için, bu anlama gelen «Abdullah» adı ve­riliyordu. Bu itibarla «bin Abdullah» diye zikredilen kimseler ya fiilen köle veya azatlı kimselerdi. Şu var ki Abdullah, herhangi bir müslüman adı gibi başlı başına bir isimdir ve biri isterse kendi çocuğuna Abdullah adını verebilirdi ya da babası hür asıllı olup asıl adı bu olabilirdi. Bu takdirde sicillerde bu kişi­nin hukukî durumunu ortaya koyacak bir söz daha eklemek lâzım geliyordu; Ahmed bin Abdullahul-hür, veya Ahmed mühtedi ise Ahmed bin Abdullahu'l-mühtedi denirdi. Zira islâmiyeti benimsiyerek kabul eden şahıs hür asıllı bir insan olabilirdi. Bu gibi kimselerin de baba adları Abdullah diye değiştiriliyor ve muhtedi oluşu bu deyimin ilâvesiyle belirtiliyordu.


XVI. ve daha sonraki yüzyıllarda, devletin ileri kademele­rine kadar yükselmiş veya «Darü's-saade» (harem) ağalığına gelmiş bazı zevatın, Abdullah kelimesi altında yatan gerçekten incidikleri için bunun yerine baba adı olarak «Abdülmennân» adını kullanıyorlardı.

Bu konuda son bir söz, adlarının zor söylendiği veya yanlış söylendiği toplumda, insan toplumun dinî inançlarını paylaş­masa bile, toplumun yaygın şahıs adlarından birini kullanmak ihtiyacını duyuyor, ya kendisi bir isim benimsiyor veya toplum kendisine bir isim yakıştırıyordu. Onun için XV. yüzyılın ikinci yarısında müslüman olmadıkları halde bazı hıristiyan mülte­zimler, yahudi mültezim veya sarraflar müslüman adı taşıyor veya bu isimle tanınıyorlardı. Fakat bunlar islam olmıyan baba adlarını muhafaza ediyorlardı. Meselâ İstanbul, Edirne ve Geli­bolu darphaneleri mükâtaalarını 1481 de 18.000.000 akçeye il­tizam eden ortaklardan Kantakuzmos oğlu Andronikos, Mustafa adını taşıyordu, yahudi olan ortaklarından biri olan Şabatay da Şâban adını kullanıyordu.”
(Halil Sahillioğlu, “Bursa’da Kölelerin Sosyal ve Ekonomik Hayattaki Yeri,” ODTÜ Gelişme Dergisi, 1979, Özel Sayı, s: 84-85.)


İşte böyle Abdullah. Türbandan korkma... Sen ki Türk oğlu Türksün. Adem oğlusun. Tanrının kulusun. O işleri, Erdoğan, Arınç, Şener düşünsün.


1 Mayıs 2007

1 yorum:

Adsız dedi ki...

Çok bilinmeyenli bir soru: ABDullah Exeter'de ne yaptı, Mgv Avrupa'da ne haltlar karıştırdı, Yugoslavya bölünürken Ap'de ne işlerle meşgûldü; Başbakanken nelere göz yumdu, Dışişleri Bakanlığı döneminde neler oldu?