11 Eylül 2005
AHMET NECDET SEZER BAŞBAKAN OLACAK...
Prof. Dr. Veysel Batmaz
Türkiye, tarihinin yine bunalımlı bir döneminde yaşıyor. Bunalım, cinnetleşen süreçte fark edilmesinin güçlükleri ile dışa vuruyor kendini. Eblehleşme, yalansı mutluluk; yabancılaşmış, “amaçtan” kopartılmış, “örgütsüz” etkinlik... Örgütlü olanların da amaçlarının realitesine yabancılaşma...
“Ne zaman bunalmadı ki bu ülke?” diyenlerinize sadece tek bir dönem gösterebilirim: 1919-1939 arası... Garip ama gerçek, seksen(altı) yıllık cumhuriyet tarihinde, beklentilerin hayâl kırıklıklarına dönüşmediği tek dönem o. Yani, bunalım yok. Çaba, plan, demokrasi, inceleme, kuram, araştırma-geliştirme, birikim ve yatırım var. İşte o döneme “dönmek” gerekiyor; şart ise şu: Arif Dirlik’in tanımladığı anlamda (Bkz: http://www.vistilefakademik.blogspot.com/ da yakında yayınlanacak: ‘Üç Dünya Hayaleti: Global Modernite ve Üçüncü Dünyanın Sonu’), günümüz dünyasındaki global moderniteye uyumun ve yeni teknolojilerin uygulanmasındaki azmin, Eskişehir Cer Atölyesi’nin (kuruluşu 1930, yanılmıyorsam) ya da Merinos Fabrikası’nın (kuruluşu, 2 Şubat 1938) ya da Yalova Termal Tesisleri’nin (kuruluşu 1935?) ya da TTK ve TDK’larının oluşturulması, DTCF’nin kurulması gibi devasa projelerin oluşması için ulusa önderliğe ve ulusal seferberliğe dönüştürülmesi. O eski döneme, yeni teknolojilerle “dönmek.” Yani, “kuruluşa” dönmek... Teşkilât-ı Esasiyeye dönmek. Global modernitede, olur bu!
Özetle şu:
1919-1939’u, “yeni teknolojik” açılımla ve global modernite çözümlemeleri ile yeniden oluşturmak. Dünya Bankacı Özalcı-Dervişçi neo-liberalizmin puştça özelleştirmelerini bir kenara atıp, kârlı devlet kuruluşlarını daha kârlı hale getirmek (bu zaten kapitalizmin “amir hükmü” değil mi? Merak etmeyin, kapitalizmin dünya sahnesinden çekilmesine çok az kaldı; elli yıl kadar, o zaman amir hükümler de “yok hükmünde” olacak. Bkz: I. Wallerstein. Ben ODTÜ’de öğrinciyken, Derviş’e “o ikinci sınıf iktisatçı” derlerdi, “sonunda Dünya Bankası’na gider.”) ve kâr etmeyen işlevsizleri ise, mal ve eleman varlıkları ile birlikte “yeni teknoloji” projelerine, irad veya sermaye/kapital kaydetmek.
Güneş Dil Kuramı’na dönmek (Bkz: Umberto Eco, Olcas Sülaymanov, Nurihan Fattah, Adnan Atabek, Ümit İriş, Polat Kaya, Selahi Diker, Kazım Mirşan, Cahit Batmaz. Ayrıca Bkz: http://www.vistilefakademik.blogspot.com/ daki Atabek-İriş tartışması). Avrosantrik dil kuramlarını terketmek ve tarihi yeniden yazmak.
Bölgesel ve Asyatik işbirlikleri oluşturmak. Yunanistan ve Bulgaristan ile sıkı ekonomik işbirliği; Suriye, Irak, İran, Afganistan, Azerbeycan, Ermenistan, Gürcistan ve Ukrayna ile birlikte “Benelux” yapmak... Avrupaya ve ABD’ye de, “siz kendi derdinize bakın, ben global modernistim” demek.
Petrolü ve Kürt’ü bol Musul ve Kerkük’ü misakı-milli sınırları içine alarak, Atatürk’ün vasiyetini gerçekleştirmek (Bkz: Kasımpaşa’daki Bahriye Nezaretinde, üç yıl süren Mr. Peacock ve Fethi Bey müzakereleri: http://www.haber3.com/ daki Veysel Batmaz yazıları arşivi ve kitapları) ve portakal bahçesinden başka işe yaramayan Atatürk’ün adını bile anmadığı Kıbrıs’tan ve Kıbrıs’ın zaten yok olan, halüsinasyondan ibaret jeostratejik ve jeogenetik öneminden vazgeçmek. (Jeostratejik, askeriyede nedir? Kaybedildiği zaman zararlı çıkılacak toprak (geo-jeo), yer, tepe, mevzii; gelecekte yararlı olacak olan şey, değil mi? Kıbrıs’ı verirseniz ne kaybedersiniz? Ya da almakla ne kazandınız? 12 Eylül’ün generallerince hızına hız katılmış olan “Atatürkçülük” kisvesi altında yapılan anti-Atatürkçülük ve “büyük devlet” hemasetinden ve Yalçın Küçük’ün “ben gaziyim, orada savaştım” böbürlenmesinden başka? Üniversiteleri mi, güldermeyin beni! Ümit Hassan’dan başka kim var orada?) O çok meraklı olunan ve hamaset ile manipülasyon yapmaktan bugüne kadar başka hiç bir işe yaramamış “böyyyük devlet” olarak, şart da değil ya, küçük devlet olarak da, enerji kaynaklarını alan/bulan, çıkartan ve koruyan bir askersel siyasetle uygulamak... Yani, jeo-petro-hidrostratejik devlet politikasını askeriye haline dönüştürmek.
Ermeni konusunda da sağlam bir Mustafa Kemalciliğe dönerek, İT/Teşkilâtı Mahsusa’nın yediği haltları en ince ayrıntısına kadar açıklayarak ve bu açıklamaların açılımıyla, dünyaya, “onlar Osmanlı idi; biz Türkiye Cumhuriyetiyiz” demek... (ama Washington Büyükelçisi Baki İlkin’in 1999’da yazdığı utanç belgesinde olduğu gibi değil. Bkz: V.N.Dadrian, Türk Kaynaklarında Ermeni Soykırımı, Çev: Attila Tuygan, Belge Yay. İstanbul, 2005, ss: 237-251. Dadrian’ı beğenmediyseniz, Taner Timur, 1915 ve Ermeni Sorunu, İmge Yay. Ankara, 2000. Baki İlkin imzalı ABD Temsilciler Meclisi’ne Türkiye Devleti adına sunulmuş olan sözkonusu o mektup bir ibret belgesidir; Cumhuriyet nasıl dinamitlenir’e güzel bir örnektir.). “Yapılanlar karşılıklı vahşet; dinsel temalı bir vahşetti; biz laik’iz, yapılanların Türklükle de, Türkiye Cumhuriyeti ile de ilgisi yoktu ve yoktur; 1876-1919 arasındaki Türkçülük, Kuzey Avrosantrik/Slavik empoze bir Türkçülüktü. Türkiye Cumhuriyetinin Türklüğü Anadolulu, Mustafa Kemalci Türklüktür... Türküm derseniz, Türk olursunuz. İT hempalarının bazılarının Cumhuriyet siyasetinde bulunmaları, yeni cumhuriyeti, Ortaylı-Bardakçı hanedan tarihçiliğinden başka geri planı olmayan bir teorik-spekülatif tarihçiliğin önerisi doğrultusunda, hiç bir ampirik dayanağı olmayan, ‘Osmanlı devamı’ yapmaz,” demek. (Bu arada belirteyim, Mustafa Kemal’in kurduğu Cumhuriyet, 1939’dan sonra giderek İT’leşmiş durumdadır ve bugün de bu, devam etmektedir...)
PKK konusunu ise, 1915’lerdeki karşılıklı vahşete ve isyanlara bağlayarak, “Musul ve Kerkük’ün güneyinde kurulacak Kürt Devleti’ne havale ediyoruz... Irak’ın toprak bütünlüğünü federasyonlu, demokrasiye “çok ırak” anayasaları doğrultusunda onlar da (Kürtler de) istemiyor; biz de istemiyoruz. Global modernitenin ‘modernlik iddialarının mahrem mekanlarının’ çelişkili dinamiklerine dikkât ederiz. Kürt devleti Musul ve Kerkük’ün dışında kurulabilir” demek.
Bütün bunları devlet olarak söyleyebilmek...
AB’nin oyalamalarına; ABD’nin sinsi ve ne yaptığını bilmez politakalarının eyyamcılığına düşmemek için, artık Türkiye Devletinin yapısal politik argümanlarını, 1968, 78, 88 ve 98’de de savunduğum/uz gibi Mustafa Kemalci yapmak...
Bütün bunlar için Ahmet Necdet Sezer’in, Cumhurbaşkanlığı dönemi sonunda, veya daha önce, ki önceyi ben pek önermem, parti kurarak, seçime girmesi gerekiyor.
Bütün bunlar ancak, Sezer gibi bir Sezar-Lider tarafından gerçekleştirilebilecek ve popüler oy potansiyaline dönüşebilecektir.
AKP’den yılmış bir kitle vardır; ulusal teferuat partileri lider aramaktadır; Cem Uzan’ın yüzde yedibuçuk’u dürüstçe bir kararlılık cezbesinin hayâl kırıklığına gömülüdür; Teşkilatı Mahsusa’nın devamı Susurluk, dürüstlüğe susamış kitlelerce çözülmeyi, ifşaatı, cezayı beklemektedir; CHP dışındaki sol’lar yeni açılıma gebedir; CHP içindeki Aleviler ise artık yeni bir Anadolu istemektedir; sağ’lar ise toparlanmakla toparlanmamak arasında bocalamaktadır. Marksist sol artık yeni deneyimlerle ve okumalarla, Lenin vesayetinden azade, yeni ufuklara uzanmak istemektedir (Bu okumalara temel bazı kaynakları bu yazının dibinde verdim.) Bir takım ceberrut İttihatçı hempası 12 Eylül artığı sözde “Atatürkçüler” ise artık global moderniteyi kavrayamamakta; üniversiteleri ve düşünceyi kalıpçı hezeyanlarla perişan etmenin yeni yollarını aramaktadırlar. Ulusalcılarla milliyetçilerin yapay bağdaşıklıkları (Perinçek’ten bahsetmiyorum, o ayrı bir olgu) yeni bir dinamikten çok, zihinlerde nostaljik hıyanet ve küfür zeminleri hazırlamaktadır. Bütün bu nedenlerle, zihinlerde Lider oluşumu ve örgütlülüğe olan güvenin psikolojik mekanizmaları harap ve bitap haldedir. Lümpen-varotik köylülüğün, medya yanılsatması ve yanılsaması (Bkz: Christopher Caudwell, Yanılsama ve Gerçeklik, Payel Yay. İstanbul, 1976) ve manipülasyonu ile, zihinlerin bütün kalelerinin zapt edilmiş durumda olduğu, zihni açık entellektüeller tarafından varsayılmaktadır; medyanın amiral gemisi varakları tarafından pasifizasyonun eblehleştirmesi tamamlanmak üzeredir.
Kaçınılmaz olan şudur: Uçurumdan atlayıp atlamama irkiltisinin o dar, nonosaniyesel, ince süresinde zihin depreşmesi yaşanacaktır. Ya atlanacaktır; ya da geriye, 1919-1939 dönemine çekilecektir. Ama bu kez “global modernite” koşulları içinde.
Neden şimdi? Bu soruya da biraz klevye patlatmalı... önünde durulan uçurumu tasvir etmeli:
AKP, AB eksenli politikasından zararlı çıkmıştır; çark edecektir.
AB, Türkiye’ye gün vermememiştir; vermeyecektir.
Gün vermesi şart da değildir. Yukarıda yazdıklarım şarttır ve “[1919-1939] Cumhuriyet[i] sünnet değil farzdır.” (Can Yücel)
Orta Doğu’nun içinde bulunduğu sorunların başı, 1838’den bu yana İngiltere’dir. Nedeni başka ülkelerde aramak, boşuna hedef şaşırtmaktır.
Ortada, uçurumun tam kenarında, zihin depreşmesi için sadece siyasi ve ekonomik değil, sosyal psikolojik nedenler de vardır: Birazına hemen yukarıda değindim. Lümpenleşen köylülük artık kentlileşmenin, neo-liberal politikalarla olmayacağının bilincine henüz varamamış ama o bilince Liderin önderliği ile varabilecek kadar yaklaşmıştır. Şimdiki, sadece kent kenarlarında değil, köyün de içine TV ile sızmış olan lümpen-varotik köylülüğün “lideri” ise, zaten neo-liberal politikalarla kübüne küp katmak için dinsel ağırlıklı manipülasyonlarla lider olmuştur. Bu “lider,” bu kitlenin, hurma ağaçları arasında su kaynağı “vahasının” serabının hayâllerini gıcıklamakta; onları türbanla, yökle, “katsayıyla” gıdıklamakta; yanına sol tandanslı özellikle “etekleri dantelli entelleri” alarak, güya post-modernite içre ama “modern mahremlik” söylemlerini, kredi kartları borçları ödenemeyecek hâdlere ulaşmışken, “enflasyon düştü” palavralarını ve hamhayâl AB umutlarını geviş getirircesine piyazlayarak, “oyuna” oy katar gözükmektedir (Bkz: Hazırlamakta olduğum Oy’un Kuramı kitabına). Yanılsama mı, değil... Ama “artık bir şeylerin olması gerekli” duygusu ile filizlenen psikolojik çöküntü, Kafka’nın yabancılaşmış ve bunalmış “küçük adamın ebleh mutluluğunun” tasvirine benzer bir aşamaya varmış ve kişilik ve aidiyet travmasına dönüşmüştür. Medya bağırtıları ve manşetleri saçma/absürd bir hale gelmiştir. Hem de bu lümpen köylülük için bile. Lümpen-varotik kentsel köylülüğün “lideri” bile yakınmıyor mu bu medyadan!
Durum budur.
Seçim kazanmak için karizma şart “midur?”
Weber’in tarifine göre, politik karizma gözlenendir; beklenendir; gereksinim duyulandır. Geleceğin müşahaslaşmış, kişileşmiş biçimidir. O da iletişim kampanyalarının işidir.
İnsan, hayvandan farklı olarak, bilince çıkartmadığını eyleme dönüştüremez (Lukacs-praxis). Bilince çıkmayan sadece refleksif harekette kalır (Pavlov, Vygotsky, Piaget). İçselden veya dışsaldan iletilmeyen bilince çıkamaz. “Özgürlük ise zorunluluğun bilincine varmaktır.” (Engels). “Cami ile kışla arasına sıkışmış kalmışlık bir durum” var ise, bunu “seslendiren-ileten”,“doğru medyada doğru söylenir’i” bilen Lider de, bu hissi uyandıracak ve bilince çıkartacaktır (Bkz: Yanlış Medyada Doğru Söylenmez, Naos Yay., İstanbul, 2004) Diğer, yani, şu andaki cami ve kışla desteği ile “lider,” tersine manipülasyonla % 35 almıştır.
Ahmet Nedet Sezer, kısacası Başbakan olmalıdır.
NOT: Okumak, okumak ve hep okumak için kaynaklar... “En iyi pratik teoridir”: Arif Dirlik’in yakında Boğaziçi Üniversitesi Yayınları’ndan Türkçesi çıkacak olan Postcolonial Aura kitabını ve yukarıda belirttiğim diğer makalelerini mutlaka okuyun. Bir de bol bol Marx ve Engels okuyun: İsterseniz size küçük bir giriş yapayım: Micheal Löwy, “Marxism and National Question,” New Left Review, 96, 1976-bu makale Robin Blackburn’ün derlemesinde de var. Bakın 1853’de ne diyor Engels, NewYork Daily Tribune’de, yayınlanan “What is to become of Turkey in Europe?” başlıklı makalesinde: (Micheal Löwy’den aktarıyorum.) “Panslavism, a movement which is attempting to wipe out what a thousand years of history have created, a movement which cannot achieve its aims without sweeping Turkey [Ottoman Empire], Hungary and half of Germany off the map of Europe...” ve “... [Engels] stressed that the Turkish Empire was destined to disitegrate as a result of the liberation of Balkan nations...” Dilerseniz biraz da Marx’ı okuyalım AB konusunda: German Ideology, 1846 (Moscow, 1964), s: 75: “The dreams of Europen Republic, of a lasting peace under politial organization, have become as grotesque as phrases about the unity of nations under the aegis of universal freedom of commerce... In each country the bourgeoisie has its own particular interests and cannot transcend nationality...” Ne güzel değil mi; sanki dün yazmış, yarın olacakları söylüyor gibi... Çevirisi güzel değil ama, Thorstein Veblen’in Aylak Sınıfın Teorisi, 106 yıl sonra Türkçede yayınlandı, Babil Yay. İstanbul, 2005. Tavsiye ederim; bugünlerde bizim “aylaklar” ne yapıyor, epey hoş bir girizgâh. Bana, Prof. Dr. Nermin Abadan Unat’ın “Doktora Yeterlilik Sınavı” sorusuydu Veblen: “Veblen’in ‘gösterişçi tüketim örüntüsü’ ile Polonya’daki Solidarnoş hareketini açıklar mısınız?” Yıl 1981.
NOTA NOT: Bu yazıyı yazıp henüz Internet mecralarına yollamamışken, OYAK’ın, devletin temel stratejik ve nostaljik kurumlarındaki özelleştirmelerine gireceği yayınlandı MEME “mecralarında.” (alın size Bab-ı Âli kapısı)... İşte buna “tam cinnet” denir. Devlet, kendi malını dünyada ilk kez satın almaktadır. Ama bu devlet kuruluşu (OYAK) aynı zamanda dış sermaye almak için kendini özelleştirmeye-halka ve global sermayecilere açmaktadır. Buyrun buradan yakın, denemeyecek kadar musibet bir durumdur. Ya bunlar, Eflatunî “devlet’i”okumamışlar, ya da hiç sopa yememişler. 1960 yılından beri yemedikleri de aşikâr. Durmadan attılar. Bu OYAK durumu, bir adamın sol cebindenki parayı, sağ cebine aktarması gibi abuk bir durumdur... “Özelleştirmeyi,” kamusal taşıyıcılığı-“common carrier” bir hukuk kavramı olarak devlet yapısına sokmamışken yaparsanız, buna puştluk denir. İmtiyaz denilen şeyi, hacir denilen şeyi, müstecirlik denilen şeyi, kanunlarınızda, global moderniteye –ABD tarzı bir hukukla- uydurmazsanız işte böyle cinnet yaşarsınız; kendi paranızı, kendinizden çalarsınız... Sakın bana OYAK bir devlet kuruluşu değildir demeyin; onu ancak köşeci yazıcısı Mehmet Barlas’a yutturursunuz... O da yutmaz ya... (Bu konularda isterseniz benim Karartma-RTÜK Rütüklenemez, Karakutu Yay. İstanbul, 2003 kitabımı okuyun.) (10 Eylül 2005)
Bu yazının bütününün özetini tekrarlıyayım:
Ahmet Necdet Sezer, Türkiye’nin bu bunalımlı cinnetten kurtulması için Başbakan olmalıdır.
Prof. Dr. Veysel Batmaz
Alaçatı (Ahmet’e ve Yılmaz’a katkıları için teşekkürler)-Çeşme
3 Eylül 2005
From Wikipedia, the free encyclopedia.
Ahmet Necdet Sezer (born September 13, 1941 in Afyon) is the tenth and current President of Turkey. The Türkiye Büyük Millet Meclisi (the Grand National Assembly of Turkey) elected Sezer in 2000 after Süleyman Demirel's seven year term expired.
He graduated from Afyon High School in 1958. He graduated from the Ankara University Faculty of Law in 1962 and began his career as a judge in Ankara. Following his military service at the Military Academy, he served first as a judge in Dicle and Yerköy, and later as a supervisory judge in the High Court of Appeals in Ankara. In 1978 he received LL.M. in civil law from the Faculty of Law in Ankara University .
On 7 March 1983, he was elected as a member to the High Court of Appeals. As he was a member in the Second Chamber of Law, Sezer was recommended to the president by the plenary assembly of the High Court of Appeals among the three candidates for appointment as member of the Constitutional Court. On 27 September 1988, he was appointed by the president as member of the Constitutional Court. On 6 January 1998, he was elected chief justice of the Constitutional Court.
He is married to Semra Sezer and has three children.
He was sworn in as President of the Republic on May 16, 2000. He is a strong secularist, and has sometimes been at odds with his Prime Minister, Recep Tayyip Erdogan. However, like Erdogan and his government, Sezer supports Turkey's attempts to gain membership in the European Union.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
1 yorum:
1915-1939 arası refahın büyük kısmı 1926 da kurulmaya başlanan 3 eroin fabrikasının
(1925ten itibaren cenevre sözleşmesine göre ağır uyuşturucu)
toplam karlarının bütün sanayinin cirosunun 12 katı olmasıyla alakalıdır. bu hayalperest profiserol Veysel Batlangaç bu mevzuyu bilemeyecek biri olmadığına göre 1- uyuşturucu satıcısıdır 2- Wernicke hastasıdır 3- şaşkındır 4- haindir 5- herbiri ve diğerleri...
Yorum Gönder