14 Temmuz 2005
JOHN DEWEY ve ERMENİ SORUNU
Radikal ampirisist Charles S. Pierce ile radikal pragmatist William James arasına sıkışmış olan deneyselci-araçsalcı (experimental-instrumentalist), orta-yol pragmatist filozof John Dewey, Anadolu’da yaşayan bizler açısından iki boyutta önemlidir: (1) John Dewey, Mustafa Kemal Atatürk döneminin eğitim stratejisini çizmiş; fiili olarak raporlarıyla bu sürece katılmış, dünyada modern eğitimi çağdaş hale getiren bir Amerikan filozofu ve eğitim bilimcisidir; (2) Ermeni sorununa 1924’lerde eğilerek, Anadolu’dan edindiği ampirik bulguları, ampirisist bir gözle çözümleyerek, genç Türkiye’nin uluslararası konumuna ışık tutmuştur.
Bu yazıya ek olarak Dewey’in yazdığı, bütün dünyada o zamanlar dahi Anadolu’daki Ermenilerin ve Rumların trajedisi zannedilen deportation’un (yer değiştirme, tehcir) aslında bir ‘Türk Trajedisi’ olduğuna dair yazısının orijinalini bulacaksınız. Dewey uzmanı Prof. Dr. Barbara Levine’in bana gönderdiği Dewey’in genç Türkiye ile ilişkilerini konu alan bazı kaynakları da bu yazının sonuna ekledim. Meraklısı bugüne kadar olmadığına göre, bu kaynaklar bundan sonra da kimseye bir yarar sağlamayacak ama olsun... Ayrıca, Barbara Levine’in bana gönderdiği bir notunu da bir tarih düzeltmesi amacıyla buraya eklemeliyim: ‘‘Dewey did, in fact, write "The Turkish Tragedy," published in New Republic 40 (12 November 1924): 268-69, and it is, in fact, listed in the Chronology under that date. Perhaps you were looking in 1928 and missed it!’’ Aşağıdaki Dewey’in yazısının orijinalinin bu tarihte yayınlanmış olduğuna şüphe yok. Yani, Assembly of Turkish American Associations’ın web sayfasındaki tarih yanlış.
John Dewey bu iki önemli konumuna karşın Türkçe literatürde pek fazla yer almaz ve neredeyse, bir çok konu ve bakış açısı gibi 1939 sonrasında Türk-İslam sentezcileri tarafından karanlığa gömülmüş durumdadır. Atatürk dönemi Türkiye’sinde, bugüne ışık saçacak; dış, eğitim, iletişim, dil, iktisat, hukuk, sanat ve bilim politikalarını, hem ulusal, hem de uluslararası bir çağdaşlıkla ortaya koyacak ve arayışlarımıza pusula olacak devasa bir miras vardır. John Dewey’in katkıları da bu mirasın en önemli parçalarından biridir. Ama 1939 sonrası kâbusu, Türkiye’yi kıytırık bir ülke yapma yolundaki uğraşıların bir sentezi olarak yeterinden fazla işlevsel olmuştur. (1939 kâbusu, 1949’a kadar, bir on yıl fazla etkili olmamıştır ama 1949 sonrası kâbus artık ampirik hale gelerek bir yıkıma yol açmıştır. Pragmatist filozof John Dewey açısından bu olguyu incelemek kimbilir ne kadar güzel olurdu...)
Pragmatizm, felsefî ve ideolojik kökenlerini, zekanın doğal bir evrim sonucu ortaya çıktığını ileri süren doğalcı-evrimcilerin babası Charles Darwin’e borçludur. William James, Avrupa’dan Darwin, Helmholtz ve Charcot’tan etkilenerek Amerika’ya dönüşü sonrasında (1868), psikolojiyi bir doğal bilim (natural science) olarak ilan ettiğinde, hem Avrupa’da, hem de Amerika’da, doğal ve moral bilimlerin karşıtlığı tüm akademik ve politik dünyada genel kabul gören bir ortama sahipti. (Bkz: Bu konuda çok hoş bir kaynak—bizim kütüphanelerde bulabilirseniz tabii--: Herbert W. Schneider, A History of American Philosphy, Forum Books, New York, 1957, p: 274.) W. James’in etkin olduğu yıllarda, Avrupa’da, Marx ve İngiliz Ampirisizmi geleneği ve Amerika’da radikal ampirisist felsefe henüz toplumun genel paradigması haline dönüşmemiş, çok küçük gruplarca benimsenen aykırı ve akademi dışı bir marjinalitenin düşüncesi olmaya devam etmekteydi. Nitekim, James de, bu dönemde Kantçı bir bakış açısıyla, moral ve psikolojik dünyanın a priori bir temele dayandığını ileri sürüyordu. Ancak, Darwin’in Türlerin Kökeni adlı kitabının yarattığı etkileme dalgası yavaş yavaş, hem John Lock’dan beri varolan ampirisist gelenekle birleşmiş, hem de gelişen kapitalizmin ortaya çıkarttığı yeni çalışan sınıflar (proletarya) arasındaki entellektüellerce yaygınlaşarak kabul gören materyalizmin neredeyse bir kanıtı (Marx ve bilhassa Engels) olmaya başlamıştı. Burjuvazi ve proletarya, mülkiyet ilişkileri dışında, neredeyse aynı şeyleri düşünür olmaya ve geçmişteki teolojik ve teleolojik aristokrat-feodal düşünce sistemini terk etmeye, Tanrı’yı yerselleştirmeye-dünyevileştirmeye başlamışlardı. Bu dünyevileştirme Locke, Hume, Hobbes’tan beri, duyu organları ile elde edilen bilginin temel oluşuna, ancak tecrübe ile herşeyin açıklanabileceği aksiyomuna dayanıyordu. Bu ampirisizm o kadar Tanrısallıktan uzaktı ki, Berkeley işi, ‘‘sırtımı döndüğümde elma artık yoktur’’ diyebilecek kadar metafizik bir boyuta götürüyordu. Bizde ise ne yazık ki, Nazım Hikmet tarafından, ‘‘Be hey Berkley, Karpatları inkar eden cüce’’ ve ‘‘Hume, seni okuyunca uykum geliyor, uykum’’ diye alay edilerek ve Lenin tarafından Machcılığın bir eleştirisi olarak (Materyalizm ve Ampriokritisizm) eleştirildiği zannedilen duyusal bilginin gerçekliği üzerine gelişen felsefe, temellerini hem Locke, hem de James gibi düşünürlere borçluydu. Bu felsefe—Locke, Hume, Hobbes--, Hegel üzerineden hem Marxçı materyalizmi, hem de Kant üzerinden James-Pierce-Dewey’ci metafizik (radikal) ampirisizmi ortaya çıkartmıştı. Dialektiği adeta doğrularcasına, 19.yy aslında sentezci bir başlangıç değil; burjuvazi ile proletaryanın bu materyalist işbirliğinin antitezci bir ayrışma dönemiydi de aynı zamanda. Hem bir paradigma doğuyor ve yaygın bir biçimde zihinleri ve davranış kalıplarını dönüştürüyor; hem de bu paradigmanın alt alanları kendi içlerinde (kapitalizm) ve dışarıya karşı (teoloji) keskin bir mücadele alanına dönüşüyordu.
Pragmatizm, Amerikan düşünsel hayatında, işte bu düşünsel iklimde doğdu. Yeni doğan bir ülkenin (Amerikanın) tek özgün felsefesi olarak.
Burada James’i, dil felsefesinin mimarı Pierce’i ayrıntılı olarak ele almayacağım. Yukarıda verdiğim kaynağa ek olarak bu konuda başlangıç yapmak isteyenlerin okumalarında yarar gördüğüm bir kaynağı vereceğim. Bir de Jürgen Habermas’ın James-Pierce-Dewey geleneği ile Marksizmi harç etmesine değineceğim ki, Birikimciler fazla bozulmasınlar... Daha sonra da Dewey ile Ermeni Sorunu geçiş yapacağım. Bu kadarı beni yorar diyorsanız, o sizin bileceğiniz iş: bir elinde cımbız, bir elinde ayna, umurunda mı dünya diye diye oluştu 1939 sonrası üztümüze çöken kâbus. Artık bu işi Türk-İslam sentzcilerinin elinden almamız lazım.
İlk önce kaynak: o klasik eseri Will Durant’ın, The Story of Philosophy-From Plato to John Dewey, Washington Square Press, New York, 1961 (İlk baskı 1926). Bu kitabı mutlaka bir yerden bulun okuyun. Okuyamıyorsanız, dilim yok, hevesim yok, beni okumaktan soğuttular; bu ne biçim eğitim diyorsanız, o zaman, zaman zaman benim yazıları okuyacaksınız. Başka çareniz yok.
Şimdi gelelim Habermas’a: The Theory of Communicative Action’ın birinci cildinin 387. sayfasında, ‘‘The epistomological connection between knowing and acting became all the clearer along the way from Kant through Marx to Peirce, the more a naturalistic concept of the subject gained ground.’’ bilme ile eylem yapma arasındaki epistololojik bağ Kant’tan Marx yoluyla Pierce’a hep daha berraklaşarak gelmiş ve hep daha doğalcı bir konumda temellenmiştir, demektedir. Habermas’ın bahsettiği C. Pierce, James ve Dewey’in paragmatist felsefesinde dil ile ilgilenen en yetkin Amerikan düşünürlerinden biridir. Habermas aslında Pierce ve Mead’e gönderme yaparak temellendirdiği iletişimsel eylem ile toplumsal gelişmeyi açıklama kuramını, temelde Dewey ve James’a dayandırmış ancak bize bu konuda fazla ipucu vermemiştir. Habermas’ın arkadaşı olan, Dubrovnik’te aynı seminerde (1981-82) bana da ders veren Prof. Dr. Richard Bernstein’in en büyük eseri John Dewey’dir. Amerikan pragmatistlerinden devraldığı dil teorisi (iletişim) ile toplumsal bağ arasında kurduğu ilişki ile demokrasiyi açıklayan Habermas, aynı zamanda Marx’ın Hegel’den aldığı devlet yapısını, Weberyen ve Durkheim açısından da inceler. Açıkçası, nasıl, Hegel’i ve onu yaratan Kant’ı anlamadan Marx’ı anlamak zorsa; Locke ve Kant’ı anlamadan ve James, Pierce ve Dewey’i bilmeden Habermas’ı anlamak da o kadar zordur. Ehh, ne yapalım, biz de bu iklimin evlatları olarak, bu zorluklar arasında yorulup durur; tarih de bilmediğimizden gittikçe salaklaşırız.
Jim Garrison’dan aktarırsam (Virginia Tech, College of Human Resources web sayfası) Dewey, genç bir öğrenciyken, W.T. Harris’in Spakülatif Felsefe dergisine iki yazı gönderir. Teşvik edici eleştiri alınca da, hemen Johns Hopkins Üniversitesi’nin Felsefe Bölümüne kaydolur. O yıllarda, bu bölüm çok da itibarlı değildir. Adları hiç bilinmeyen üç genç öğretim üyesi, birincisi Stanley Hall, ki sonradan ünlü bir çocuk psikolojisi bilimcisi olacaktır; ikincisi garip bir dil bilimsel pragmatism felsefesi geliştirecek olan Charles Sanders Peirce; üçüncüsü de tam bir Hegelci olan George Sylvester Morris’tir. Dewey ne Pierce’e, ne de Hall’a önem verir ve tezini Morris ile yazar. Kant ve Psikoloji. Dewey daha sonra Morris’in üniversite değiştirmesi ile Michigan Üniversitesi’ne geçer ve burada Hıristiyan Öğrenci Birliği’ne üye olur. İncil dersleri vermeye başlar. Burada, Habermas’ın çokça yararlandığı George Herbert Mead ile yakın dostluk kurar. Mead ona akıl ve benlik konularında yol gösterir. Bu dönemde, ilerici politik bir eylemci olan Alice Chipman’la evlenir ve dünya ve kamu sorunları ile meşgul olmaya başlar. Sonradan kendi eylemciliğinin nedenlerini karısına ve Mead’a bağlayacak, beni teşvik eden şeyler kitaplardan ziyade kişiler ve durumlar oldu, diyecektir. 1894’te Chicago Üniversitesi’nde Felsefe, Psikoloji ve Pedegoji Bölümü Başkanı olur, yanına Mead’ı da çağırır. Böylece felsefede ünlü Chicago Okulu’nun temelleri atılmış olur. 1986’da, Üniversite Laboratuar Okulu’nu (University Laboratory School) kurar. Bu daha sonra eğitim bilimlerinde Dewey Okulu olarak anılacaktır. Ella Flagg Young’un emekleri ile, Dewey Okulu, dünya çapında eğitimin yaygınlaştırılması ve pratikleştirilmesi; müfredat hazırlığının teknikleri gibi konularda ünlenecektir.
1904’te Laboratuar Okulu üstüne çıkan bir anlaşmazlık sonucu Chicago’yu terk eder Dewey. Bu okul deneyi yirmi yıl kadar sonra Türkiye’den dünyaya yayılacaktır: 1924 yılında Atatürk’ün daveti üzerine John Dewey Türkiye’ye gelecek ve Eğitim Bakanlığı’na, Köy Enstitülerin oluşumuna varacak olan bir dizi rapor sunacaktır. Köy Enstitüleri’ninin kurucusu Hakkı Tonguç ve Hasan Ali Yücel, Dewey’den etkilenen ve Dewey Okulu’na mensup Atatürk dönemi eğitimcilerindendir. 1939 kâbusuna epey direndikten sonra, Köy Enstitüleri, bir Bolşevik komplosu olduğu gerekçesi ile Türk-İslam sentezcilerinin hışmına uğrayarak kapatılacaktır. İronikliğin böylesi herhalde başka hiçbir ülkede görülemez. Lenin’in yerle bir ettiği Machcılığın başlangıcı olan Dewey’in eseri olan Köy Enstitüleri, Bolşevik diye yok edilmiştir.
Deneycilik ve pratik eylem Dewey’in eğitim felsefesinin temelidir. 1919 ile 1927 yılları arasında özellikle Çin’de ve Türkiye’de yaptığı çalışmalar büyük başarılara varmıştır. Türkiye’deki en önemli deneyi Köy Enstitüleri Türk-İslam sentezcileri tarafından yok edilirken, Çin’de Maoist dönem dahil, Dewey’in eğitim teorileri hâlâ devletin uyguladığı politikalardır. 1937 yılında, 78 yaşındayken, Meksika’da Leon Troçki’yi yargılayan bir komisyonun başkanlığını yapmış ve Troçki’yi Stalin’in suçlamalarına karşı savunarak, aklamıştır.
Dewey’e göre, demokrasi, en sonunda herkesin aristokrat olduğu bir toplum üretir. Demokratik bir toplumda eğitimin sağlam esaslarla felsefe haline getirilmesi ile herkes bir konuda en bilgili olacağında, o konuda elit bir hale gelecek ve herkesin öncüsü olacaktır.
Dewey Türkiye’de, birkaç makale dışında ele alınmamış ve eseri olan Köy Enstitülerililerce de pek araştırılıp, içselleştirilmemiştir. Ne solcular, ne de sağcılar onu anlamaktan aciz olarak yaşamaya devam etmektedirler, Atatürk’ün davetlisi olarak bu en fazla etkili olduğu memlekette.
Aşağıda Dewey’in Ermeni (deportation) tehcirini de konu alan yazısının orijinalini okuyacaksınız.
Dewey, sanki bugünkü Türkiye’yi çiziyor. Makalesi özetle şu: Türkiye’de Ermeni ve Rumlar, ulusal devletler kurulduktan sonra, Osmanlı içinde gayet güzel yaşarken rahatsızlık vermeye ve verilmeye başladılar. Gerek Ermenistan’ın bir devlet biçimine bürünmesi; gerkese Yunanistan’ın Osmanlı’dan bağımsızlığına kavuşması, bu iki etnisiteyi de Anadolu’da rahatsız etti. Dolayasıyla, bazı sömürgeci devletlerin iteklemesi ile (Rusya ve İngiltere) Ermeniler ve Rumlar yerlerinden edildiler. Oysa Dewey’e göre aynı muameleyi Yahudiler yaşamadılar çünkü o zamanlar (1913-1924 arası) bir siyonist devlet yoktu ortada. Dewey, makalesinde daha sonra Yahudilere de uzanacak olan deportasyona benzer göç zorlamalarının sinyalini de vermektedir. Dewey’e göre bir siyonist devlet kurulursa, Anadolu’da yaşayan Yahudiler de rahatsız olacaklar, ya da kendilerini rahatsız hale getireceklerdir.
Ünlü Amerikan pragmatist filozofu Dewey’in tezi kısaca şudur: İmparatorluklarda yaşayan azınlık ve çoğunluklar ulusal devletler kuruldukça kaşınmaya başlarlar ve olan olur.
Bizim bu tezden çıkartacağımız ders ise şudur: Eflatunî bir devlet olan Osmanlı’yı abuk sabuk öğretir ve öğrenirsek, O devletin ideolojik ve yapısal faktörlerini ve çöküş dönemini birkaç Bardakçı evrakı metrukeye indirgersek, olacağı budur.
Almancı Talat’ın yediği herzenin altından kalkmak için Dewey’in yaklaşımının ampirik ve pragmatik fenomenlerle irdeleyip, Osmanlı ile Türkiye’nin arasındaki geçişlikleri ve geçissizlikleri iyi anlamamız gerekmektedir.
Dewey’in Köy Enstitülerini Bolşevik zannedip yok ettik, bari Talat’in herzesini Dewey açılımıyla doğruya yerleştirelim.
Bu üç beceriksizlerin yapacağı iş değil bu ya, her neyse!
The Turkish Tragedy
By John Dewey – 1859-1952
Published in The New Republic, 12 November 1928 (Barbara Levine’e göre 1924)
The tragedy in Turkey is more extensive than the sad plight of minorities. Those who have the patience to refrain in the Near East from a premature partisanship are likely soon to arrive at a state of mind in which all parties are so much to blame that the question of assigning responsibility is at most one of quantities and proportions. But a deeper and fuller acquaintance with the sufferings of all these peoples brings with it a revulsion. One becomes disgusted with the whole affair of guilt. Pity for all populations, minority and majority alike, engulfs all other sentiments- except that of indignation against the foreign powers which have so unremittingly and so cruelly utilized the woes of their puppets for their own ends.
The situation in Turkey with respect to Turks, Armenians and Greeks alike meets all the terms of the classic definition of tragedy, the tragedy of fate. A curse has been laid upon all populations and all have moved forward blindly to suffer their doom.
It is a tragedy with only victims, not heroes, no matter how heroic individuals may have been. There are villains, but they are muffled figures appearing upon the open stage only for fleeting glimpses. They are the Great Powers, among which it is surely not invidious to select Russia and Great Britain by name. It is easy to become a fatalist in the presence of the history of Asia Minor and the Balkans; any one who would write history in terms of Providence is well advised to keep clear of these territories.
We were in Brusa, the seat of the Ottoman power before the capture of Constantinople, one of the most beautiful and in natural promise most prosperous of the cities of Anatolian Turkey. As we walked the streets we passed alternately by the closed shops and houses formerly kept by Greeks and Armenians who are now dead or deported in exchange for Turks in Greece, and by the ruins of buildings of the Turkish population burnt by the Greeks in their retreat. We saw business houses which had changed hands back and forth, the Greeks seizing the property of Turkish merchants and compelling the latter to flee the city when they were in power, and Turkish merchants in present possession of trades and commercial institutions formerly belonging to Greeks. There was a jumble with no outstanding fact except that of general suffering and ruin. It struck me as a symbol of the whole situation, only on a smaller scale and with less bloodshed and rapine than is found in most parts of the Anatolian territory.
The valley of "Green Brusa' was full of flourishing tobacco crops. Even they had a voice speaking indirectly of misery. A few years ago no tobacco was grown in this region. It was introduced by the Turks expelled from Macedonia now precariously occupied by the Greeks-precariously because Serbs and Bulgars both claim it in the name of nationalism with Turks nourishing resentment in memory of their long and industrious residence from which they have been violently expelled. Thus the flourishing tobacco told the same tale as the declining silk-cocoon business, the latter languishing because it was the industry of Greeks now forced to remove. I know nothing which speaks more urgently of the common tragedy than the fact that the cruel exchange of populations by the half million, this uprooting of men, women, and children transferring them to places where they do not want to go and where they are not wanted, has seemed to honest and kind persons the only hope for the avoidance of future atrocities.
Brusa serves also as a symbol of another phase of the situation. We passed through the Jewish quarter, and found the Jews still in possession of their homes and property, the more flourishing perhaps because of the total absence of their former commercial competitors, the Greeks and Armenians. Unbidden the thought comes to mind: Happy the minority which has had no Christian nation to protect it. And one recalls that the Jews took up their abode in "fanatic" Turkey when they were expelled from Europe, especially Spain, by saintly Christians, and they have lived here for some centuries in at least as much tranquility and liberty as their fellow Turkish subjects, all being exposed alike to the rapacity of their common rulers. To one brought up, as most Americans have been, in the Gladstonian and foreign-missionary tradition, the condition of the Jews in Turkey is almost a mathematical demonstration that religious differences have had an influence in the tragedy of Turkey only as they were combined with aspirations for a political separation which every nation in the world would have treated as treasonable. One readily reaches the conclusion that the Jews in Turkey were fortunate that a Zionistic state had not been built up which should feel strong enough to intervene in Turkish politics and stimulate a separatist movement and political revolt. In contrast, the fate of the Greeks and Armenians, the tools of nationalistic and imperialistic ambitions of foreign powers, makes one realize how accursed has been the minority population that had the protection of a Christian foreign power.
Unfortunately the end is not yet, even with the completed exchange of populations, and the accompanying misery of peoples at least temporarily homeless, often unacquainted with the language of their home-kin, with thousands of orphans and beggared refugees, as numerous among the Turks as among the Armenians and Greeks, even if our Christian benevolence, still under the influence of foreign political propaganda, does not hear so much about or experience the same solicitude for Turkish woes. The end is not yet because, in the case of the Armenians at least, the great powers have not even yet become willing to refrain from experimenting at their expense. One can hardly blame the Greeks in their unsettled and unstable condition for asking that a considerable portion of the deported Armenians be again deported, this time from Greek soil. But what shall we say when we read that already at Geneva a plea has been made for the creation of the Armenian "home" in Caucasian Turkey-a home that would require protection by some foreign power and be the prelude to new armed conflicts and ultimate atrocities? Few Americans who mourn, and justly, the miseries of the Armenians, are aware that till the rise of nationalistic ambitions, beginning with the 'seventies, the Armenians were the favored portion of the population of Turkey, or that in the Great War, they traitorously turned Turkish cities over to the Russian invader; that they boasted of having raised an army of one hundred and fifty thousand men to fight a civil war, and that they burned at least a hundred Turkish villages and exterminated their population. I do not mention these things by way of appraising or extenuating blame because the story of provocations and reprisals is a futile as it is endless; but it indicates what happened in the past to both Armenian and Turkish populations when the minority element was taken under the protecting care of a foreign Christian power, and what will recur if the Armenians should be organized into a buffer state. Nor is it likely to be better in "little Armenia", if the Armenians of Latin Catholic persuasion are deposited between the Turks to the north and Syria to the south, which is, according to newspaper reports, to be the French policy in connection with their mandated territory.
If human wit is baffled in seeking constructive measures which shall transform the tragic scene into one of happiness, history at least makes clear a negative lesson. Nothing but evil to all parties has come in the past or will come in the future from the attempts of foreign nations to utilize the national aspirations of minority populations in order to advance their own political interests, while they can conceal and justify their villainous courses by appeal to religion. After all the Turks are here; there is a wide territory in which they form an undisputed majority; for centuries the land has been their own; the sentiments have gathered about it that always attend long habitation. Whether we like it or not, other elements in the population must accommodate themselves to this dominant element, as surely as, say, immigrants in America have to adjust their political aspirations and nationalistic preferences to the fact of a unified national state. If a fiftieth of the energy, money and planning that has been given to fostering antagonisms among the populations had been given to searching out terms upon which the populations could live peaceably together without the disruption of Turkey, the situation today would be enormously better than it is. Whether the European great powers have learned the lesson that their protection and aid is a fatal and tragic gift, there is no way of knowing. But it is at least time that Americans ceased to be deceived by propaganda in behalf of policies which are now demonstrated to bring death and destruction impartially to all elements, and which are nauseating precisely in the degree that they are smeared over with sentiments alleged to be derived from religion. Finally, if slowly, the Turks also have been converted to nationalism. The disease exists in a virulent form at just this moment. It will abate or be exacerbated in just the degree in which the Turkish nation is accepted in good faith as an accomplished fact by other nations, or in which the old tradition of intervention, intrigue and incitation persists. In the latter case, the bloody tragedy of Turkey and the Balkans will continue to unroll.
________________________________________
Assembly of Turkish American Associations
Home of 54 Turkish-American Associations across U.S., Canada and Turkey
1526 18th St, NW,Washington, D.C. 20036
Phone: (202) 483-9090, Fax: (202) 483-9092
DEWEY ve TÜRK EĞİTİMİ ÜZERİNE KAYNAKÇA:
Biesta, Gert J. J., and Siebren Miedema. "Dewey in Europe: A Case Study on the International Dimensions of the Turn-of-the-Century Educational Reform." American Journal of Education 105 (November 1996): 1-26.
Brickman, William W. "The Turkish Cultural and Educational Revolution: John Dewey's Report of 1924." Western European Education 16 (Winter 1984-85): 3-18.
Buyukduvenci, Sabri. "John Dewey's Impact on Turkish Education." Studies in Philosophy and Education 13 (1994/95): 393-400.
Martin, Jay. The Education of John Dewey: A Critique. New York: Columbia University Press, 2002.
Turan, Selahattin. "John Dewey's Report of 1924 and His Recommendations on the Turkish Educational System Revisited." History of Education 29 (2000): 543-55.
Wilson, Lucy L. "Education in the Republic of Turkey: The Influence of John Dewey." School and Society28 (17 November 1928): 602.
Wolk-Gazo, Ernest. "John Dewey in Turkey: An Educational Mission." Journal of American Studies in Turkey 3 (1996): 15-42.
Prof. Dr. Veysel Batmaz
24 Nisan 2005
www.haber3.com
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
1 yorum:
dispenses utilize a wonderful website presentable Gives various thanks for the rocklike work to serve evasion people
[IMG]http://www.sedonarapidweightloss.com/weightloss-diet/34/b/happy.gif[/IMG]
Yorum Gönder