Devletsiz
İktidar ve
Terbiyesiz
Medya ile
Cumhurbaşkanı
Adayım-
Nilüfer
Göle
AKP’nin devlet
olup, baskıcılığa geçtiğini söyleyenlerden en sonuncusu eski AKP milletvekili
paralelden çok gol atmış fitbolcu Hak-an Şikir, Başbakan’ın müşavirinin Soma’da
yere düşmüş protestocu göstericiyi Jandarmalar arasından tekmelerken çekilen
görüntüsü üzerine tweet atmış: "Sen
tut ben vurayım. Hep böyle değillerdi. Yıllar önce halk kendileriydi. Ama şimdi
kendileri devlet oldu; vura vura…” [Jandarma ya göstericiyi yere düşürenler, naapsın,
devlet yaptı sanıyor.]
Devlet teorisi yapmak, santradan gol atmaya benzemez, çok
daha zordur. Hiç AKP devlet olsaydı, Başbakan’ın müşaviri sokak ortasında Soma
faciası sırasında barışçıl protesto gösterisi yapan bir yurttaşı, Jandarma
nezaretinde tekmeler miydi? Paralel devlet olarak suçlanan bile, Türkiye’nin
son otuz yıllık tarihinde, devlet olamamıştır. Şu anda içinde bulunduğumuz
durum, paraleli ile birlikte AKP’nin devlet olamayışının sonucudur.
Yıl 2007.
Swisshotel, İstanbul.
Reklamcı Serdar Erener, Filozof Ferhat Kentel, AKP
Milletvekili Şaban Dişli, AKP Milletvekili Reha Denemeç, Prof. Edibe Sözen’in
de salonda bulunduğu, AKP milletvekilleri Akif Gülle, Zeynep Uslu, Mehmet
Dülger’ın başkanlığında bir seçim iletişimi danışma toplantısına AKP MKYK üyesi
Ayşe Böhürler tarafından çağrılmıştım. O toplantıya katılacağımı bir tek Ayşe
biliyordu. Bir kısmı eski arkadaşlarım olan katılımcılar, salona girdiğimde
neredeyse küçük dillerini yutuyorlardı, bir kaçı görmezlikten geldi. ODTÜ’den
arkadaşlarım Şaban Dişli ve Reha Denemeç ile tokalaştım, Ayşe’ye selam verdim,
Edibe ise epey şaşkındı, Ferhat bakakaldı. Diğerleri zaten şahsen tanımıyordu,
bulunduğum araştırma grubunu biliyorlardı.
Konu AKP’nin yakındaki seçimde eski deneyimlerinden nasıl bir
ders çıkartması gerktiği ile ilgili çözümlemeler yapmak ve AKP iletişim
kurmaylarının bunları seçim stratejisine dönüştürmesiydi. Katkılar bilabedel
alınıyordu. Bana söz geldiğinde, “epey pahallı olduğumu, ayrıntısını almak için
ayrıca bedel tayin edilebileceğini, ama teaser olarak söyliyebileceğim tek
şeyin, AKP’nin hükümet olduğu, iktidar olduğu fakat devlet olamadığı şeklinde
bir çözümlemeyi, katılımcıların dikkatine sunduğumu” söyledim.
(Bu ayrıntıda olmasa da bu toplantıyı daha önce 21 Nisan
2007’de yazdım, daha henüz 27 Nisan olmamıştı.)[1]
Aradan yedi yıl geçmiş, uzun tasfiye süreçleri, paralelinden
darbe önlemeleri, ekonomik kırılmaların ustalıkla ve dış kaynaklarla ve
özellikle ABD ve İsrail desteği ile atlatılmaları ardından, günümüzde, Soma
faciası ile, AKP kurmaylarına o günlerde yaptığım ama benden ayrıntısına girmem
istenmeyen çözümlemelerimin tıpkısı ile aynısını amprik olarak görmüş
bulunuyoruz. Aradaki yıllarda ise mebzul miktarda gördük ve zaten 17-25 Aralık
2013 sonrası itirafları, bizzat Başbakan tarafından “safmışız, paralel devlet
tarafından kandırıldık” sözleriyle beni hep doğruladı.
Evet, içinde bulunduğumuz sorunun en temel nedeni, AKP’nin
hükümet olduğu, iktidar olduğu ama bir türlü devlet olamadığı bir durumun, AKP
kurmayları tarafından beceriklilikle inşa edilmeleri ile ortaya çıkmış
bulunuyor.
Soma’da yaşanan medya pornosu işte bunun en son delili. En baştan
belirteyim: 19.yy’dan bildiren Başbakan tüm medyayı Soma Faciası konusunda
basiretli ve sorumlu davrandığı için tebrik etti. Karşıt medyaya ateş püsküren,
kendi medyacı yandaşlarının bile kulağını sert sert çeken bir Başbakan’ın
Soma’da yaşanan faciayı, oturma odalarımıza, mobil aygıtlarımıza sokan medyayı
kutlamasının altında yatan en temel gerçeklik, işte bu pornografik medya
kapsamasıdır ve AKP’nin hükümet ve iktidar oluşuna karşın devlet olamayışının
en temel göstergesidir.
Biraz porno…
Daha sonra devlet.
Ne alâka?
Bekleyin biraz…
Pornografi, “fahişe üzerine yazmak” demek; peki fahişe ne
demek? Çok kısaca ve galat-ı meşhurluğunun tersine, kadın savaş esiri demek.
Kadın esirler kamuya sunulunca fahişe haline dönüşürlermiş. İlk fahişeler,
tarih cahili olanlar için söylüyorum, kendi kendilerine, ‘biraz da para
kazanalım’ diyerek kendilerini satan kadınlar değillerdi. Tam tersine, savaşta
esir edilen kadınların elde kalanlarının para ile erkeklere zorla satılmasıyla
başlayan bir meslek fahişelik; demek ki, tarihin en eski mesleği değil, ondan
önce savaş yapmak geliyor ve savaş yapana da devlet deniyor. Engels’in şu güzel
sözü de kulaklara küpe olmalı: “Burjuva kadınlar kendilerini toptan satınca
evlilik, parakende satınca fahişelik olur.”
Porno’nun fahişelik ve devlet ile ilişkili olduğunu biraz
anladık, değil mi? Anlamadık diyenler okumaya devam etsinler.
1964 yılında, Jacobellis v. Ohio davasında, Amerikan Yüksek
Mahkemesi yargıcı Potter Stewart kararına şöyle yazmıştı: “Kısacası, pornografi
(hard-core pornograhpy) olarak adlandırılan işlemleri ayrıntısı ile tanımlayamayacağım,
zaten tam olarak tanımlamam da mümkün değil; ama şunu söyleyebilirim ki gördüğümde
neyin porno olduğunu hemen anlarım.”
1850’lerden önce pornografi olarak kullanılan bir kelime
olmamasına rağmen pornokrasi
(pornocracy) olarak kullanılan bir kavram vardı. 10. Yüzyıl’ın ilk
yarısında Roma’yı yöneten İmparatoriçe Theodora ve kızlarının devletine
“pornokrasi” deniyordu.
Devam edelim.
Fahişenin (faş etmekten geliyor), anlamı kamuya sunmaktır. Ya
da, Latince olarak meseleye bakarsak, “prostitute,” kamusal olarak açık etmek
demektir. Pro, önce; statuere de, dik olarak durmak anlamındadır. Heykel ile
kökdaş olarak, dik olarak durulabilen yerler agora, meydan veya sokak, yani
kamuya açık olan yerlerdir; özel yerlerde ise yatılır, uzanılır veya oturulur. Kelimenin
bu kavramında, bizim anladığımız orospuluk anlamı açık olarak yoktur; Tevrat’ta
(Genesis 38:29) geçen ahlaka aykırı davranış demek olan Preeytsoot kelimesiyle
birlikte anılarak, her iki anlamı içeren bugünkü kullanımına varmıştır: Kamuya
arz edilen ahlaka aykırı davranış.[2]
Bunu ise sadece, kamusal alanların kamu adına sahibi ve
düzenleyecisi devlet yapabilir. Ya yasaklar, ya ruhsata tabi kılar, ya da özgür
bırakır.
Demek ki, pornografinin kökeninde, devletin kamusal alanlarda
arz ettiği davranışların tümü, başlıcası da, ne zaman bir meta haline
getirilmişse kadın bedeninin serimlenmesi yatmaktadır. Ancak günümüzün dar
anlamıyla kullanıldığında, pornografinin devlet ile olan ilişkisi yok olur gibi
olur.
Hiç olur mu? İşte, Soma gibi ahlaka aykırı faciaların faş
edilmesinde, devlet hem bir aktör, hem de bir düzenleyici (RTÜK) olarak ortaya
çıkar ve bize, insanların dik durmadıkları yerlere özgü üzüntülerini,
gamlarını, kesavetlerini ve kahırlarını yirmidört saat röntgenlememizi sağlar.
Aynı İzmit Depremi’nde olduğu gibi, aynı porno bir film izliyormuşçasına.
Devlet kuramına geçebiliriz artık, porno ile devletin
ayrılmaz bütünlüğünü gördükten sonra.
Devlet kuramı kritiktir.
Bugüne kadar içinde yaşadığımız küreselleşmeye en uygun devlet
kuramını, Marx ve Engels’in yapıtlarında bulunmayan bir tarzda, Yunan asıllı
Avrokomünizme dönüş yapan Leninist Fransız Nicos Poulantzas
yaşadığımız biçimdeki küreselleşme başlamadan çok önce yapmıştır. Poulantzas’ın
bu, bugünkü Türkiye’ye cuk oturan devlet kuramını Ayşegül Kars Kaynar’dan aktarıyorum. Bunları Poulantzas,
kapitalist devleti ele geçirmekle sosyalist-proleter bir devletin hiç yoktanmış
gibi var edilemeyeceği, dolayısıyla Avrokomünizm dedikleri, diğer ideolojik
gruplarla hegemonik bir cephe kurulmasını önermek için yazmıştı ama şu anda
Türkiye’de, Ali Bulaç’ın[3]
deyimiyle “kimsesizlerin” iktidarı olarak, (bana göre) devlete dönüşemeyen; Bulaç’a
göre “devletleşmiş” yapının analizini de içeriyor; neden Tayyip Erdoğan’ın
paralel devlet diye tutturmasını ve her toplumsal olayda bir dış mihrak
aramasını da:
“Burjuva sınıfı ve fraksiyonları
dışında, egemenlik altında bulunan sınıfların Poulantzas’ın deyimiyle kitle
sınıflarının iktidarı ele geçirmeleri ve devleti dönüştürmeleri
bir kaç yönden mümkün görünmemektedir. a) Resmi devlet
iktidarında bir el değiştirme hiç bir zaman devlet aygıtının maddi iskeletini
dönüştürmede yeterli değildir. İktidar, devlet aygıtlarına yayılmıştır ve
her aygıtta farkı sınıflar ve fraksiyonlar iktidarı
elde tutmaktadırlar. Söz konusu olan devletin gerçek iktidarıdır. [Parelel
devlet söylemi bu şekilde anlaşılmalı] b) Devlet iktidarının merkezi
yukarıda egemen aygıt olarak belirlendikten sonra rahatlıkla denebilir ki,
kitle sınıflarının devlet içerisinde gerçek iktidarı ele geçirmeleri zordur,
çünkü egemen aygıtı kontrol eden burjuvazi, kitle sınıfları ele geçirmesin
diye iktidarının merkezini bir aygıttan, bir başka aygıta geçirmektedir.
[Bugünkü HSYK, Ordu ve Polis merkezlerinin durumu] c) Devletin gerçek
iktidarı ele geçirilse bile bu, bütünsel bir dönüşüm için yeterli olmamaktadır.
İktidar ilişkileri sınıf ilişkileriyle sınırlı değildir, onları aşar ve
kadın-erkek ilişkileri [cemaatlerin siyasal duruşu] gibi toplumsal
formasyona yayılır. Bir devlet formundan başka bir devlet formuna geçmek için
tüm iktidarı değiştirmek gerekli ise sosyalizme geçişte [“kimsesizlerin
müslüman devletine geçişte”] devlet aygıtlarının radikal bir değişimi,
iktidar ilişkilerini tamamını dönüştürmek için yeterli olmayacaktır. d) Kaldı
ki egemenlik altındaki sınıflar devletin resmi iktidarını bile ele geçirmeyebilirler.
Çünkü devlet içerisinde egemenlik altındaki sınıflar, kendi iktidarlarını yoğunlaştırdıkları
ayrı bir devlet aygıtında ve dolayısıyla iktidar bloğuyla
iktidar mücadelelerine girecekleri bir düzeyde bulunmazlar. Daha çok
egemen sınıfın iktidarına karşı muhalefet merkezleri oluştururlar [Bkz:
Erdoğan’ın mağduriyet söylemi; biz safmışız söylemi; kandırıldık söylemi]. e) Kitlenin
iktidarını olanaksız kılan, devletin yapının yeniden üretiminde üstlendiği
roldür. Devlet ne zaman devlet iktidarında kitle sınıflarına doğru bir kayma
olsa, burjuva lehine güç ilişkilerini yeniden düzenler [17-25 Aralık ve TIR
olayları]. Devlet egemen olan ve egemenlik altında olan ilişkilerinin
yeniden üretimi mekanizmasını elinde taşır. Sınıfların yeniden
üretimi, yapının yeniden üretimi yoluyla gerçekleşir.”[4]
Şimdi anladınız mı, 2007’de neden AKP’nin devlet
olamadığı çözümlemesini yaptığımı?
Para verselerdi, işin ayrıntısında, olamayacaklarını
da anlatacaktım. Ama biraz cimri çıktılar, ya da benden “arkadaşça” bir beleş
iş beklediler. Ya da, iktidar olduklarında, devlet onlara kucak açacaktı…
Vesayeti de ezdiler mi, milli irade de arkalarında, yelken açacaklardı, derin
sulara… gibi fantazilere kapıldılar.
Paralelciler (ve Ali Bulaçsal ve Mümtaz’er Türköneseller)
ve şimdi onların dümen suyuna girmiş [Mahçup Altandaşlar ve saz arkadaşları] liboşal
solcular da “vesayet” diye tutturdukları kavramın devlet egemenliği ve yapısı
ile ilişkili olamayacağını da, anlamışlar mıdır acaba? Ya da, “vassal state”
diye kuram uyduranların, sınıfsal analizin kaya gibi sert suratına çarptıkları
tokatla acılar içine girmelerini de anlayabilir miyiz, bu analizlerle?
Porno ile devletin çakışması, ahlaka aykırı yüz
kızartıcı işlerin kamuya sunulması, işte bu nedenlerle, kriz dönemlerinin
faciasını, sınıfsal analizi gömen bir ustalıkla medya tarafından yapılır. Bu
bir zamanlar, Özkökler döneminde de aynen yapılıyordu. Dozunda bırakırsanız,
fena değildir, aynı porno seyretmek gibi. Bir catharsis yaratır ve geçici ve
yapay doğal ihtiyacın engellenmiş sıkıntısının geçici atılmasını sağlar. Tabii,
hayal kırıklığına da evrimleşir. Ama tiryakisi olursanız, yani, “medya”nın
sanki teşhirci bir sapıklığın demokrasi halinde anlaşılmasının ortamı olduğunu zannederseniz,
işte o zaman, eleştirdiğiniz karşıtlarınız gibi medyayı kullanmak zorunda
kalıp, devlet olmaktan siga siga uzaklaşırsınız.
Şimdi önerime geldim:
Devletin yapısının içine nüfuz etmek yerine, empatik
olarak, devlet hizmetlerini tüm yurttaşlara eşit ve özgür bir biçimde sunmanın
yollarını aramalı AKP. Bölmek devlete yakışmaz. Devlet bölseniz de, paralelini
ortadan kaldırsanız da ortadan kalkmaz. Bunun en iyi örneği Lenin’in “sönen
devlet” kuramıdır. Putin’le bile sönemedi bir türlü. AKP devleti olduğu gibi
ele almalı ve tüm Türkiye’nin devleti yapmalı; söylemsel işler medyadan
duyulduğunda aksi seda gibi gelebilir ama bir çoklarına karşıt görüşler olarak
yankılanır. Devleti bir baba gibi gören milli irade zamanı geldiğinde lafa
değil, icraata bakar. AKP bütün bunları itiraf da ediyor. Çünkü, devleti
kullanılacak bir aygıt olarak görenlerle paralele düşmüş olduğunu zaten kendi
söyleyip duruyor. Bunun için Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanlığı adaylığını koymalı
ve bilhassa eşinin “ben de istemiyorum” demesine kulak asmamalı.
Bunu 2007’de de yazdım: Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı
olmazsa sonunu getirir diye. Ama yine dinleyen olmadı. AKP’de Erdoğan’dan boşalacak
yere de Yunus Söylet gelmeli.
Tayyip Erdoğan sadece Cumhurbaşkanlığı ile yetinmemeli,
yarı Başkan da olmalı; çünkü tarihte hiçbir dönemde faşizm başkanlık
sistemlerinden çıkmamıştır; meret hep parlamanter sistemlerden çıkar. Roma’da
diktatörler bile senato içinden, seçilerek devleti “ele” geçirirler. Ya da
geçirdiklerini zannederler. Bu yüzden değil midir, Roma’da hem krallık, hem
cumhuriyet, hem de imparatorluk vardır, diktatörler de cabası. Başkan Tayyip
Erdoğan’ı dizginleyecek yine kendisi olacaktır. Ya da Başbakanı. Bir de tabii
yeni bir Anayasa’daki, Amerikan Anayasası’nın Birinci Zeyl maddesinin aynısının
yer alması.
Peki, karşısında kim aday olmalı?
Benim tek favorim, Nilüfer Göle’dir.
Doğu despotizminin aristokrat geleneğinin CHP’li
kökleri ile, modern mahremi sentezleyen bir liberal ve kadın olarak.
MHP’nin de bu önerimi göz ardı etmemesini öneririm.
Çünkü önerecekleri her aday, Nilüfer Göle’den fazla MHP’yi de kapsayacı
olamayacaktır. İsterlerse onlara da bilabedel olmayan bir rapor
hazırlayabilirim.
CHP+MHP+HDP’nin aritmetik toplamı Nilüfer Göle’de
toplanabilir. Artı AKP’nin huysuz ve aldatılmışları. Şu anda 76 milyon içinde
başkası yok. Üstelik, Göle, Poulantzas’ı da bilir, Durkheim’ı da. Bizim çakma
paralelci bilimciler bile severler onu. AKP’nin önemli bir kesiminin, özellikle
de kadın entelektüellerinin gözdesidir. Gülen’e hoş görülüdür. Gezicilerin de
dostu… Daha ne olsun?
Nilüfer Göle’ye tek karşı çıkacak olan kişi yine
Tayyip Erdoğan’dır. Bu da doğal, rakip olarak, başka yapacağı bir şey yok…
Ama Erdoğan’ı bir zamanlar Derviş karşısında
demokratik global bir umut olarak görmüş olan kişi de Göle’dir.
Ben mühendisler üzerine yazdıklarını severim de,
gerisini tutmam…
Ama benim sadece bir oyum var, vermesem de olur.
İsterseniz kendiniz okuyun, verir misiniz vermez misiniz,
onu sorun: http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/87867.asp
[2] İngilizce bilenlere not:
PROSTITUTE is from Latin prostituere (to expose publicly, to prostitute).
The etymology precedes to break down as the Latin is broken down to pro (before) plus statuere (to cause to stand). The alleged
Indo-European “root” then is sta (to stand) - nothing one could get
arrested for. פריצות PReeYTSOOT, a Medieval Hebrew word, means obscenity or
licentiousness. פרוץ
PaROOTS is immodest - the sense of impetuous behavior is seen in Genesis38:29 or at PIRATE.
פרוז PaROOZ is open to all (Deuteronomy 3:5). In Proverbs 13:16, a
fool “layeth
open”
his folly –
P-R-SH/Pey-Resh-Shin. פרא PeRAh is wild, and see the unrestrained Pey-Resh-Ayin at FREAK.
B-R-ST impetuousness is seen at BURST. Antonyms
include PReeYSHOOT (abstinence, celibacy, piety, restriction). Like PReeYTSOOT,
it is not in Scripture. But it, too, is based on a Biblical root –- as PaRaSH
means separated -- Leviticus 24:12 – whence the piously separatist PHARISEES or PeROOSHiM. After an M132
metathesis and S-B,S-F and S-L, a Biblical opposite of the PROSTITUTE appears.
The BiTOOLaH is a virgin (Genesis 24:16). (Ni)PHRaTS means “”common” in I
Samuel 3:1; just as Yiddish prost means common and vulgar. Leo
Rosten, The Joys of Yiddish, writes that prost is “possibly from Slavic.” For the
given Indo-European “root”, sta, see STABLE.
PRESS (see PRESS),
BRASH and BRAZEN are related to the modern PiR$OOM (publicity,
advertising – from PaRa$, to broadly distribute – Isiah 58:7 ) All the
Pey-Resh/PR plus fricative (S, ST,Z) words above are as brashly open and
public as a common prostitute. B RAZEN (shameless) needs a better root
than Indo-European ferrum (lead). Even if one thinks that BRASS
is BRASSY or garish. When EDK defines PaRaZ as decentralized (see DISPERSE
and the bilabial-liquid-fricatives that are all over the place), he cites the
Arabic baraz. wide and open, with the sound and
shameless cockiness of a PROSTITUTE.
[3] “"Kimsesizler"
değil; "vergisizler" (vergi vermeyenler) demek daha doğru... AKP'yi
iktidara getirenlerin % 90'ı Türkiye'nin vergi vermeyenlerinden oluşuyor. Ali
Bulaç'a sormazlar mı, peki, kimsesizlere kim bakacak, hangi parayla bakacak,kimden
gelecek bu değirmenin suyu? Kapitalizmi eleştirmeden, ona alternatif bulmadan,
madende çalışanın iş güvencesinin iş güvenliğinin en önemli unsuru olduğunu
herkese haykırmadan, bu "kimsesizlik" edebiyatı ile vara vara, Ali
Bulaç'lar vasıtasıyla R. Tayyip Erdoğan'a varılır. Ali Bulaç hem suçlu, hem
güçlü. Derdine yansın...” Pouluntzasçı
olmadığım halde, Pouluntzas’ın çerçevesine de gayet iyi oturan bu notu, Ali Bulaç’ın mezkur yazısını
yeniden yayınlayan adilmedya.com’a yorum olarak gönderdim: http://www.adilmedya.com/ali-bulac-erdoganin-gecirdigi-donusumu-anlatti-h41691.haber
2 yorum:
Epeydir yazılarınızı özlemişim hocam.
Sosyal medyada da görünmez oldunuz.
Umarım sağlığınız yerindedir.
Sağlıkla kalın...
Yorum Gönder