25 Kasım 2011

KÜRESEL KAPİTALİZMİN SONU MU?
ARİF DİRLİK
Çeviren: Veysel Batmaz 

Modernitenin günlük küreselleşmesi, “yeni” moderniteler yaratmaktadır; “alternatif” ya da “çoklu” moderniteler biçimindeki çağdaş düşünceye özgü dikkatleri kışkırtması da bu nedenledir. Aynı zamanda, eğer bu “alternatif” moderniteler, “alternatif” olarak görülecekse, moderniteye alternatif olarak değil, modernitenin içinde alternatifler olarak görülmelidir. Euromodernitenin hem kabulü, hem de reddi biçimindeki bu ikili doğası, küresel modernitenin [elimizdeki tek] işaretidir. Küresel olarak toplumların arasındaki farklar, ne kadar gerçekse, kapitalist ekonominin sınırları içinde sıkışmışlıklarının varyasyonlarını temsil etmektedir. Bir kavram olarak küresel modernite, hem benzerliği, hem farkı anlamayı; hem de, uyum ve uyumsuzluğu önermektedir.

Geçtiğmiz yıllardaki (özellikle 2010-2011) küresel mayalanma, küresel kapitalizmin tiranlığının yok edilmesi umutlarını yeşertti. Her yer protestolarla doluydu. Kamusal açık protestolara izin verilmeyen Çin Halk Cumhuriyeti’nde, özellikle kırsal bölgelerde binlerle ifade edilebilecek kitlesel gösteriler, yolsuz ve vicdansız politikalara lanet okudular. Tunus’ta çiçeklenen ve hemen ardından Kuzey Afrika’ya ve Batı Asya’ya yayılan “Arap Baharı”,kitlelere söyledikleri ekonomik vaatlerini yerine getirmemiş olan otoriter modernleşmeci rejimlerin efsanelerine karşı toplumsal, politik ve kültürel yakınmaları ayaklanmalara dönüştürdü. Hindistan’da, orta sınıf tarafından başlatılan yolsuzluk karşıtı hareket, uzun zamandır sürmekte olan tarımsal protestolarla birleşerek yaz aylarından birden bire patlak verdi ve Maocular tarafından yönlendirilen kabilelerin, binlerce köylünün aynı anda intiharları ile sonuçlanan kalkınmacı politikalara ve yolsuzluğa karşı direnişleriyle çakıştı. Özellikle Güney Avrupa ve İngiltere’de, Avrupa’nın genelinde uygulanan kemer sıkma politikalarına karşı her sınıftan binlerce silahlı halk başkaldırdı. Başkaldırı mayası, sonbaharın başlangıcında “Amerikan Baharı”yla doruğa ulaştı; “Wall Street’i İşgal Et (Occupy Wall St.)” hareketi, küresel olarak taklit edilerek, yankılandı. Bütün bu hareketler, neoliberal küresel kapitalizme karşı popüler umutsuzluğun yerel hale getirilmiş ifadeleri oldu. Dertleri ve ilgileri yereldi. Fakat aynı zamanda, finans kapitalin küresel egemen ekonomisine, neoliberal küreselleşmenin yarattığı sert ve acımasız eşitsizliklere, devlet ve kapital arasındaki çarpışmaya, cinsiyetçi ve ırkçı ayırımcılığa, nerede vardıysa demokrasinin toplumsal eşitsizliklerle ve çevresel bozulmalarla yok olmaya başlamasına, ve daha bir çok[adaletsizliğe] karşı ortak bir dile sahiptiler.

Protestolar bir başka ortaklığa daha sahiptiler. Tanımlanabilir [ve yakalanabilir] bir liderden yoksun olan bütün bu hareketlerle kendi [ulusal devlet] hiyerarşilerini üreten [muhalif] hiyerarşik örgütlerle uğraşmaya alışık oldukları tarzda uğraşamadıklarından, karşı oldukları rejimlerin, [ulusal devletlerin] kafalarını karıştırdı. Ekonomik küreselleşmenin yerel sonuçlarına bağlıydılar. Ulusal veya ulusalüstü, değişik derecelerde, taban demokrasisi pratiklerine ve değişik talepleri, gereksinimleri ve çıkarları düzenleme ile yeni birliklerin inşası sürecindeki sorunlara ilişkin endişeleri taşıyorlardı. Ekonomileri, şirket kapitalinin ve devletinin elinden alarak en geniş çapta halkın gereksinimlerini yanıtlar hale getirmenin ortak farkındalığına sahiptiler. Kültür [farklılığı] sorunları elbette vardı, fakat kültür, artık, politik ekonomi sorularıyla yeniden biçimlenmiş olarak hayat mamat meselelerinin yaygın endişelerini merkeze alan bir yaygınlıkla tanımlanıyordu.

Bu hareketlerin provokasyonlarını, küresel ekonomik durgunluk temin etmişti, fakat daha da temelde küresel kapitalizmin çelişkilerinin ifadeleriydiler. Meksika’daki Zapatistler bu güncel hareketlerin ilkleriydiler. Zapatistler gibi diğer ülkelerdeki bu güncel toplumsal taban hareketleri de 1960’lara kadar giden kökenlere sahiptirler. Yeni bir başlangıcı mı, yoksa, küresel kapitale karşı son bir umutsuz huruç harekatı temsil edip etmedikleri henüz belli değildir. Bugüne kadar, açık ve hızlı bir baskı ile (Suriye ve ÇHC’de bile) sessizleştirilmelerine direnebilmiş olmaları gelecekte de sessizleştirilemeyeceklerinin güvencesi değildir—ABD’nin anayasal olarak kamusal protestolara sağladığı hukuksal koruma bile, güvence değildir (ki, ABD’li Cumhuriyetçi bir başkan adayının, “Arap Baharı”nın ABD çıkarlarına ters olduğunu ilan etmiş olması ve aynı biçimde, ÇHC liderlerinin de dünyanın çeşitli ülkelerindeki protesto görüntülerinin haberlerde yayınlanmasını önlemiş olmaları birer ipucudur.).

Hareketlerin içindeki uyumsuzluk belli bir belirsizliğe yol açmaktadır ve örgütsel biçimler protestonun ötelerine varabilecek midir, belli değildir. Bu hareketlerden solun uzun zamandır yeni toplumsal ve politik biçimlenmelere duyduğu heyecanlı isteği, farklılıkların hemen uyumlu hareketler yaratmasına yol açmayacağını düşünerek, biraz ertelemek gereklidir. Kendiliğinden kitle örgütlenmelerinin bu hareketlerin olağanüstü bir özelliği olmaları, bu hareketlerin içinde örgütlenmiş çıkarların bulunmadığı veya bu örgütlenmiş çıkarların birbirleriyle, hareketlerin içinde —“Arap Baharı”ndaki İslamcı partilerden, ABD veya diğer ülkelerdeki sendikalar veya cinsiyet ve etnik organizasyonlara kadar-- birbirleriyle uyumlu hale gelebilmesi demek değildir. Politik eğilimler, harekete katılanların var olan düzen içindeki çıkarlarının çok değişik olmaları nedeniyle, önemlidir. İhtiyatı elden bırakmadıkça ve ortak bir vizyonu her zaman diri tutmadıkça, bu hareketler, ekonomik eşitlik ve daha fazla demokrasi arzularını elde edecek veya edemeyecek örgütlerin yönlendirmesi altına girebilir. Fakat diğer tek seçenek, var olan sistemin halihazırdaki [devlet] gücüne karşı bir hız kaybetmesiyle oluşacak parçalara bölünmedir. “Biçimsizlik bütün biçimlerin anasıdır” der bir kadim Çinli Daoist metin, Klasik Yol ve Ahlak (Daode jing). Fakat bir yerden diğerine hareket etmek, birçok tuzakla da karşı karşıya gelmektir. Karl Marx’ın dediği gibi, insanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, fakat geçmişin onlara sunduğu koşullarla sınırlı ve geçmişe uygun olarak.

Geçmişle bağı koparma ilüzyonu, geçmişe boyun eğme kadar tatsızdır. Gerekli bir ilüzyon olabilir, tepeden tırnağa yeni bir toplum yaratma olasılığına olan inancın koşulunu yaratabilir, fakat eğer geçmişin [başarısız] ütopyalarının yolundan gidilmeyecekse, modernitenin bilincini elde tutmayı gerektirir ki, o modernite, bizi, bugünün kavşak yollarına getirmiştir. Bugünlerin ekonomik zorluklarına katlananlardan, sınırsız kalkınmadan vazgeçmelerini istemek çok fazla olabilir, (...) Sahip olduklarından vazgeçmelerini (kalkınmış toplumlarda) istemek; sahip olunacaklardan daha azına razı olmalarını (kalkınmakta olan toplumlarda) istemek; veya, yakın bir gelecekte sahip olma umudunun (geri kalmış, kalkınacak toplumlarda) yok sayılmasını talep etmek, oldukça güçtür. Ancak, bu sözde kanıtlanmış [kalkınma mitine olan] inanç, modernitenin miraslarından biridir; kapitalin ütopyan vaatlerine bir şahadet sağlamak ve hatta insanlığa, kalkınmacılığın doğal, toplumsal, politik ve kültürel çevrede ne sonuçlar verdiğine karşı bağışıklık sağlamak içindir, o kadar. Euromodernitenin bu kalkınmacı fetişizmi ile yüzleşmeyen her türlü eleştiri, sadece kapitalist veya Euro/Amerikan değil, saçmadır da; veya alternatif gelecekler açısından oldukça sınırlı sonuçlar doğurur. Çözümler, bu çıkmaza göre ve sonuçlarına yeterli bir yanıt olarak inşa edilecekse, bu çözümler Euromodernitenin deneyimlerinden formüle edilecektir: Euromoderniteye alternatif bir imgelem olarak.

Avrupamerkezciliği yok etmeye çalışmak, Euromodernitenin tarihsel önemini silerek oluşturulmamalıdır. Sevelim, sevmeyelim, şu anda yaşadığımız dünya post-Euromoderndir. Yer küre yüzünde Euromodernitenin kendini tanımladığı çeşitli deneyim ve miraslardan oluşan modern-olmayan’ın çağdaş önemini yok saymak değildir bunu söylemek, fakat Euromodernitenin ürünleri olan farklı geçmişleri ortak tarihsel yüzeyde bir araya getirmek gerekliliğini vurgulamaktır. Bu küresel kapitalizmin meşrulaştırılmasında zaten yapıla gelen bir durumdur. Bu, aynı zamanda, küresel kapitalizme karşı verilen mücadelede de bir gerekliliktir; Euromoderniteyi kendini hapsettiği mahpushaneden özgürleştirme yolunu bulma umududur – küresel moderniteyi belirleyen kültüralist bölünmelerin üstesinden gelebilmenin ortak eylem düzlemini inşa etmek için de gerekliliktir. Euromodernitenin evrenselliği, farklı toplumsal ve kültürel miraslara bağlı olarak gözlenecekse, bu mirasların pürü pak bir biçimde bize aktarılmadığı, halihazırdaki güncel bakış açısı veya prizmalarla kırılıp bozularak günümüze ulaştığı gerçeğinin farkında olma gerekliliğimiz vardır, öyle ki, -- köktencilere göre tam da böyledir zaten-- evrenseller etik, kavramsal ve dilsel anlara bütünleştirilmişlerdir. Farklılıklardan yeni evrensellikler yaratma gereksiniminin farkında olmak, çağdaş küreselleşme bilincinin, bu bahsettiğimiz demokrasi ve toplumsal adalet mücadeleleri dalgasının içinde ifade bulmasıdır. Euromodernitenin bağlamında yeni ve teşvik edici olan, ulusala karşı konumlanan ve sınır ötesi ortaklıklara açık olan “yer” bilincidir. Burada bile, evrimleşen bir “çifte bilinçlilik” vardır: Bu bilinç toplumsal ve politik bir biçim arayışı içindedir. Kısa dönemde kaderi ne olursa olsun, bu mücadele hareketleri, politik gündeme, küresel modernitenin ulusal bölümlenme ile ilgili temel meselelerini yerleştirmiştir. Bu mücadele hareketleri, kalkınmanın insandışılığı sürecine karşı, günümüze kadar görülen en dramatik patlamalardır; –“insansız ilerleme” olarak tarihçi ve iyi dostum David Noble tarafından adlandırılan-- bu insandışı kalkınma süreci insan hayatını risk altına sokmakta ve nihayetinde insanlığın var oluşunu tehdit etmektedir. 

Arif Dirlik, Eugene, OR, USA, Kasım 2011

Hiç yorum yok: