tag:blogger.com,1999:blog-144631352024-03-26T10:27:10.870+03:00Medyapoliten@ Veysel BatmazPROF. DR. VEYSEL BATMAZ'IN MEDYA, SİYASET, TOPLUM ÜZERİNE KEHÂNET, TEŞHİR ve İKÂZ YAZILARIMedyapolitenhttp://www.blogger.com/profile/00332494631747202343noreply@blogger.comBlogger43125tag:blogger.com,1999:blog-14463135.post-30463495330986215222014-05-16T21:57:00.002+03:002014-05-17T09:49:07.418+03:00<b><span style="font-size: 12.0pt; mso-bidi-font-family: Calibri; mso-bidi-theme-font: minor-latin;">Soma
Pornosu:</span></b><br />
<div class="MsoNormal">
<b><span style="font-size: 12.0pt; mso-bidi-font-family: Calibri; mso-bidi-theme-font: minor-latin;">Devletsiz
İktidar ve<o:p></o:p></span></b></div>
<div class="MsoNormal">
<b><span style="font-size: 12.0pt; mso-bidi-font-family: Calibri; mso-bidi-theme-font: minor-latin;">Terbiyesiz
Medya ile<o:p></o:p></span></b></div>
<div class="MsoNormal">
<b><span style="font-size: 12.0pt; mso-bidi-font-family: Calibri; mso-bidi-theme-font: minor-latin;">Cumhurbaşkanı
Adayım-<o:p></o:p></span></b></div>
<div class="MsoNormal">
<b><span style="font-size: 12.0pt; mso-bidi-font-family: Calibri; mso-bidi-theme-font: minor-latin;">Nilüfer
Göle<o:p></o:p></span></b></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-indent: 35.4pt;">
<div class="separator" style="clear: both; text-align: left;">
<a href="http://2.bp.blogspot.com/-HC1hhQ1njl8/U3ZfdHO1hSI/AAAAAAAAC5k/f_PRYZl9tRA/s1600/Basbakanl%C4%B1k+musaviri+tekmeliyor_Yusuf_Yerkel.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="http://2.bp.blogspot.com/-HC1hhQ1njl8/U3ZfdHO1hSI/AAAAAAAAC5k/f_PRYZl9tRA/s1600/Basbakanl%C4%B1k+musaviri+tekmeliyor_Yusuf_Yerkel.jpg" /></a></div>
<span style="font-size: 12.0pt; mso-bidi-font-family: Calibri; mso-bidi-theme-font: minor-latin;">Paraleli,
tripozoidi, üçgencisi herkes, Devlet Bahçeli bile, AKP’nin “devlet” olmasından
şikayet ediyor, ben ise “devlet” olamamasından, belki de hiç olamayacağından.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-indent: 35.4pt;">
<span style="font-size: 12.0pt; mso-bidi-font-family: Calibri; mso-bidi-theme-font: minor-latin;">AKP’nin devlet
olup, baskıcılığa geçtiğini söyleyenlerden en sonuncusu eski AKP milletvekili
paralelden çok gol atmış fitbolcu Hak-an Şikir, Başbakan’ın müşavirinin Soma’da
yere düşmüş protestocu göstericiyi Jandarmalar arasından tekmelerken çekilen
görüntüsü üzerine tweet atmış: <span style="background-color: white; background-position: initial initial; background-repeat: initial initial;">"Sen
tut ben vurayım. Hep böyle değillerdi. Yıllar önce halk kendileriydi. Ama şimdi
kendileri devlet oldu; vura vura…” [Jandarma ya göstericiyi yere düşürenler, naapsın,
devlet yaptı sanıyor.]<o:p></o:p></span></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-indent: 35.4pt;">
<span style="background-color: white; background-position: initial initial; background-repeat: initial initial; font-size: 12pt;">Devlet teorisi yapmak, santradan gol atmaya benzemez, çok
daha zordur. Hiç AKP devlet olsaydı, Başbakan’ın müşaviri sokak ortasında Soma
faciası sırasında barışçıl protesto gösterisi yapan bir yurttaşı, Jandarma
nezaretinde tekmeler miydi? Paralel devlet olarak suçlanan bile, Türkiye’nin
son otuz yıllık tarihinde, devlet olamamıştır. Şu anda içinde bulunduğumuz
durum, paraleli ile birlikte AKP’nin devlet olamayışının sonucudur.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-indent: 35.4pt;">
<span style="background-color: white; background-position: initial initial; background-repeat: initial initial; font-size: 12pt;">Yıl 2007.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-indent: 35.4pt;">
<span style="background-color: white; background-position: initial initial; background-repeat: initial initial; font-size: 12pt;">Swisshotel, İstanbul.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-indent: 35.4pt;">
<span style="background-color: white; background-position: initial initial; background-repeat: initial initial; font-size: 12pt;">Reklamcı Serdar Erener, Filozof Ferhat Kentel, AKP
Milletvekili Şaban Dişli, AKP Milletvekili Reha Denemeç, Prof. Edibe Sözen’in
de salonda bulunduğu, AKP milletvekilleri Akif Gülle, Zeynep Uslu, Mehmet
Dülger’ın başkanlığında bir seçim iletişimi danışma toplantısına AKP MKYK üyesi
Ayşe Böhürler tarafından çağrılmıştım. O toplantıya katılacağımı bir tek Ayşe
biliyordu. Bir kısmı eski arkadaşlarım olan katılımcılar, salona girdiğimde
neredeyse küçük dillerini yutuyorlardı, bir kaçı görmezlikten geldi. ODTÜ’den
arkadaşlarım Şaban Dişli ve Reha Denemeç ile tokalaştım, Ayşe’ye selam verdim,
Edibe ise epey şaşkındı, Ferhat bakakaldı. Diğerleri zaten şahsen tanımıyordu,
bulunduğum araştırma grubunu biliyorlardı.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-indent: 35.4pt;">
<span style="background-color: white; background-position: initial initial; background-repeat: initial initial; font-size: 12pt;">Konu AKP’nin yakındaki seçimde eski deneyimlerinden nasıl bir
ders çıkartması gerktiği ile ilgili çözümlemeler yapmak ve AKP iletişim
kurmaylarının bunları seçim stratejisine dönüştürmesiydi. Katkılar bilabedel
alınıyordu. Bana söz geldiğinde, “epey pahallı olduğumu, ayrıntısını almak için
ayrıca bedel tayin edilebileceğini, ama teaser olarak söyliyebileceğim tek
şeyin, AKP’nin hükümet olduğu, iktidar olduğu fakat devlet olamadığı şeklinde
bir çözümlemeyi, katılımcıların dikkatine sunduğumu” söyledim.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-indent: 35.4pt;">
<span style="background-color: white; background-position: initial initial; background-repeat: initial initial; font-size: 12pt;">(Bu ayrıntıda olmasa da bu toplantıyı daha önce 21 Nisan
2007’de yazdım, daha henüz 27 Nisan olmamıştı.)<a href="file:///H:/VEYSEL/YAZILAR/Adilmedya%20Yazilari/Soma%20Pornosu.docx#_ftn1" name="_ftnref1" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="background-position: initial initial; background-repeat: initial initial; color: black; font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 12pt;">[1]</span></span><!--[endif]--></span></a><o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-indent: 35.4pt;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-indent: 35.4pt;">
<span style="background-color: white; background-position: initial initial; background-repeat: initial initial; font-size: 12pt;">Aradan yedi yıl geçmiş, uzun tasfiye süreçleri, paralelinden
darbe önlemeleri, ekonomik kırılmaların ustalıkla ve dış kaynaklarla ve
özellikle ABD ve İsrail desteği ile atlatılmaları ardından, günümüzde, Soma
faciası ile, AKP kurmaylarına o günlerde yaptığım ama benden ayrıntısına girmem
istenmeyen çözümlemelerimin tıpkısı ile aynısını amprik olarak görmüş
bulunuyoruz. Aradaki yıllarda ise mebzul miktarda gördük ve zaten 17-25 Aralık
2013 sonrası itirafları, bizzat Başbakan tarafından “safmışız, paralel devlet
tarafından kandırıldık” sözleriyle beni hep doğruladı.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-indent: 35.4pt;">
<span style="background-color: white; background-position: initial initial; background-repeat: initial initial; font-size: 12pt;">Evet, içinde bulunduğumuz sorunun en temel nedeni, AKP’nin
hükümet olduğu, iktidar olduğu ama bir türlü devlet olamadığı bir durumun, AKP
kurmayları tarafından beceriklilikle inşa edilmeleri ile ortaya çıkmış
bulunuyor.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-indent: 35.4pt;">
<span style="background-color: white; background-position: initial initial; background-repeat: initial initial; font-size: 12pt;">Soma’da yaşanan medya pornosu işte bunun en son delili. En baştan
belirteyim: 19.yy’dan bildiren Başbakan tüm medyayı Soma Faciası konusunda
basiretli ve sorumlu davrandığı için tebrik etti. Karşıt medyaya ateş püsküren,
kendi medyacı yandaşlarının bile kulağını sert sert çeken bir Başbakan’ın
Soma’da yaşanan faciayı, oturma odalarımıza, mobil aygıtlarımıza sokan medyayı
kutlamasının altında yatan en temel gerçeklik, işte bu pornografik medya
kapsamasıdır ve AKP’nin hükümet ve iktidar oluşuna karşın devlet olamayışının
en temel göstergesidir.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-indent: 35.4pt;">
<span style="background-color: white; background-position: initial initial; background-repeat: initial initial; font-size: 12pt;">Biraz porno…<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-indent: 35.4pt;">
<span style="background-color: white; background-position: initial initial; background-repeat: initial initial; font-size: 12pt;">Daha sonra devlet.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-indent: 35.4pt;">
<span style="background-color: white; background-position: initial initial; background-repeat: initial initial; font-size: 12pt;">Ne alâka?<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-indent: 35.4pt;">
<span style="background-color: white; background-position: initial initial; background-repeat: initial initial; font-size: 12pt;">Bekleyin biraz…<o:p></o:p></span></div>
<div style="background: white; line-height: 16.8pt; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; text-indent: 35.4pt;">
<span class="apple-converted-space"><span style="color: #252525; font-family: "Calibri","sans-serif"; mso-ascii-theme-font: minor-latin; mso-bidi-theme-font: minor-latin; mso-hansi-theme-font: minor-latin;">[</span></span><a href="http://en.wiktionary.org/wiki/%CF%80%CE%BF%CF%81%CE%BD%CE%BF%CE%B3%CF%81%CE%AC%CF%86%CE%BF%CF%82#Ancient_Greek" title="πορνογράφος"><span style="color: #0b0080; font-family: "Calibri","sans-serif"; mso-ascii-theme-font: minor-latin; mso-bidi-theme-font: minor-latin; mso-hansi-theme-font: minor-latin;">πορνογράφος</span></a><span class="apple-converted-space"><span style="color: #252525; font-family: "Calibri","sans-serif"; mso-ascii-theme-font: minor-latin; mso-bidi-theme-font: minor-latin; mso-hansi-theme-font: minor-latin;"> </span></span><span style="color: #252525; font-family: "Calibri","sans-serif"; mso-ascii-theme-font: minor-latin; mso-bidi-theme-font: minor-latin; mso-hansi-theme-font: minor-latin;">(<span class="tr"><i>pornographos</i></span>): <span class="apple-converted-space"> </span></span><a href="http://en.wiktionary.org/wiki/%CF%80%CF%8C%CF%81%CE%BD%CE%B7#Ancient_Greek" title="πόρνη"><span style="color: #0b0080; font-family: "Calibri","sans-serif"; mso-ascii-theme-font: minor-latin; mso-bidi-theme-font: minor-latin; mso-hansi-theme-font: minor-latin;">πόρνη</span></a><span class="apple-converted-space"><span style="color: #252525; font-family: "Calibri","sans-serif"; mso-ascii-theme-font: minor-latin; mso-bidi-theme-font: minor-latin; mso-hansi-theme-font: minor-latin;"> </span></span><span style="color: #252525; font-family: "Calibri","sans-serif"; mso-ascii-theme-font: minor-latin; mso-bidi-theme-font: minor-latin; mso-hansi-theme-font: minor-latin;">(<span class="tr"><i>pornē</i></span>,<span class="apple-converted-space"> </span><span class="mention-gloss-double-quote">“</span><span class="mention-gloss">prostitute-fahişe</span><span class="mention-gloss-double-quote">”</span>) +<span class="apple-converted-space"> </span></span><a href="http://en.wiktionary.org/wiki/%CE%B3%CF%81%CE%AC%CF%86%CF%89#Ancient_Greek" title="γράφω"><span style="color: #0b0080; font-family: "Calibri","sans-serif"; mso-ascii-theme-font: minor-latin; mso-bidi-theme-font: minor-latin; mso-hansi-theme-font: minor-latin;">γράφω</span></a><span class="apple-converted-space"><span style="color: #252525; font-family: "Calibri","sans-serif"; mso-ascii-theme-font: minor-latin; mso-bidi-theme-font: minor-latin; mso-hansi-theme-font: minor-latin;"> </span></span><span style="color: #252525; font-family: "Calibri","sans-serif"; mso-ascii-theme-font: minor-latin; mso-bidi-theme-font: minor-latin; mso-hansi-theme-font: minor-latin;">(<span class="tr"><i>graphō</i></span>,<span class="apple-converted-space"> </span><span class="mention-gloss-double-quote">“</span><span class="mention-gloss">yazıyorum</span><span class="mention-gloss-double-quote">”</span>)].<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-indent: 35.4pt;">
<span style="background-color: white; background-position: initial initial; background-repeat: initial initial; font-size: 12pt;">Pornografi, “fahişe üzerine yazmak” demek; peki fahişe ne
demek? Çok kısaca ve galat-ı meşhurluğunun tersine, kadın savaş esiri demek.
Kadın esirler kamuya sunulunca fahişe haline dönüşürlermiş. İlk fahişeler,
tarih cahili olanlar için söylüyorum, kendi kendilerine, ‘biraz da para
kazanalım’ diyerek kendilerini satan kadınlar değillerdi. Tam tersine, savaşta
esir edilen kadınların elde kalanlarının para ile erkeklere zorla satılmasıyla
başlayan bir meslek fahişelik; demek ki, tarihin en eski mesleği değil, ondan
önce savaş yapmak geliyor ve savaş yapana da devlet deniyor. Engels’in şu güzel
sözü de kulaklara küpe olmalı: “Burjuva kadınlar kendilerini toptan satınca
evlilik, parakende satınca fahişelik olur.”<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-indent: 35.4pt;">
<span style="background-color: white; background-position: initial initial; background-repeat: initial initial; font-size: 12pt;">Porno’nun fahişelik ve devlet ile ilişkili olduğunu biraz
anladık, değil mi? Anlamadık diyenler okumaya devam etsinler.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-indent: 35.4pt;">
<span style="background-color: white; background-position: initial initial; background-repeat: initial initial; font-size: 12pt;">1964 yılında, Jacobellis v. Ohio davasında, Amerikan Yüksek
Mahkemesi yargıcı Potter Stewart kararına şöyle yazmıştı: “Kısacası, pornografi
(hard-core pornograhpy) olarak adlandırılan işlemleri ayrıntısı ile tanımlayamayacağım,
zaten tam olarak tanımlamam da mümkün değil; ama şunu söyleyebilirim ki gördüğümde
neyin porno olduğunu hemen anlarım.”<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-indent: 35.4pt;">
<span style="background-color: white; background-position: initial initial; background-repeat: initial initial; font-size: 12pt;">1850’lerden önce pornografi olarak kullanılan bir kelime
olmamasına rağmen pornokrasi
(pornocracy) olarak kullanılan bir kavram vardı. 10. Yüzyıl’ın ilk
yarısında Roma’yı yöneten İmparatoriçe Theodora ve kızlarının devletine
“pornokrasi” deniyordu.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-indent: 35.4pt;">
<span style="background-color: white; background-position: initial initial; background-repeat: initial initial; font-size: 12pt;">Devam edelim.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-indent: 35.4pt;">
<span style="background-color: white; background-position: initial initial; background-repeat: initial initial; font-size: 12pt;">Fahişenin (faş etmekten geliyor), anlamı kamuya sunmaktır. Ya
da, Latince olarak meseleye bakarsak, “prostitute,” kamusal olarak açık etmek
demektir. Pro, önce; statuere de, dik olarak durmak anlamındadır. Heykel ile
kökdaş olarak, dik olarak durulabilen yerler agora, meydan veya sokak, yani
kamuya açık olan yerlerdir; özel yerlerde ise yatılır, uzanılır veya oturulur. Kelimenin
bu kavramında, bizim anladığımız orospuluk anlamı açık olarak yoktur; Tevrat’ta
(Genesis 38:29) geçen ahlaka aykırı davranış demek olan Preeytsoot kelimesiyle
birlikte anılarak, her iki anlamı içeren bugünkü kullanımına varmıştır: Kamuya
arz edilen ahlaka aykırı davranış.<a href="file:///H:/VEYSEL/YAZILAR/Adilmedya%20Yazilari/Soma%20Pornosu.docx#_ftn2" name="_ftnref2" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="background-position: initial initial; background-repeat: initial initial; color: black; font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 12pt;">[2]</span></span><!--[endif]--></span></a><o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-indent: 35.4pt;">
<span style="background-color: white; background-position: initial initial; background-repeat: initial initial; font-size: 12pt;">Bunu ise sadece, kamusal alanların kamu adına sahibi ve
düzenleyecisi devlet yapabilir. Ya yasaklar, ya ruhsata tabi kılar, ya da özgür
bırakır.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-indent: 35.4pt;">
<span style="background-color: white; background-position: initial initial; background-repeat: initial initial; font-size: 12pt;">Demek ki, pornografinin kökeninde, devletin kamusal alanlarda
arz ettiği davranışların tümü, başlıcası da, ne zaman bir meta haline
getirilmişse kadın bedeninin serimlenmesi yatmaktadır. Ancak günümüzün dar
anlamıyla kullanıldığında, pornografinin devlet ile olan ilişkisi yok olur gibi
olur.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-indent: 35.4pt;">
<span style="background-color: white; background-position: initial initial; background-repeat: initial initial; font-size: 12pt;">Hiç olur mu? İşte, Soma gibi ahlaka aykırı faciaların faş
edilmesinde, devlet hem bir aktör, hem de bir düzenleyici (RTÜK) olarak ortaya
çıkar ve bize, insanların dik durmadıkları yerlere özgü üzüntülerini,
gamlarını, kesavetlerini ve kahırlarını yirmidört saat röntgenlememizi sağlar.
Aynı İzmit Depremi’nde olduğu gibi, aynı porno bir film izliyormuşçasına.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-indent: 35.4pt;">
<span style="background-color: white; background-position: initial initial; background-repeat: initial initial; font-size: 12pt;">Devlet kuramına geçebiliriz artık, porno ile devletin
ayrılmaz bütünlüğünü gördükten sonra.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-indent: 35.4pt;">
<span style="background-color: white; background-position: initial initial; background-repeat: initial initial; font-size: 12pt;">Devlet kuramı kritiktir. <o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-indent: 35.4pt;">
<span style="background-color: white; background-position: initial initial; background-repeat: initial initial; font-size: 12pt;">Bugüne kadar içinde yaşadığımız küreselleşmeye en uygun devlet
kuramını, Marx ve Engels’in yapıtlarında bulunmayan bir tarzda, Yunan asıllı
Avrokomünizme dönüş yapan Leninist Fransız Nicos </span><span style="color: #252525; font-size: 12.0pt; mso-bidi-font-family: Calibri; mso-bidi-theme-font: minor-latin;">Poulantzas
yaşadığımız biçimdeki küreselleşme başlamadan çok önce yapmıştır. Poulantzas’ın
bu, bugünkü Türkiye’ye cuk oturan devlet kuramını</span><span style="background-color: white; background-position: initial initial; background-repeat: initial initial; font-size: 12pt;"> Ayşegül Kars Kaynar’dan aktarıyorum. Bunları Poulantzas,
kapitalist devleti ele geçirmekle sosyalist-proleter bir devletin hiç yoktanmış
gibi var edilemeyeceği, dolayısıyla Avrokomünizm dedikleri, diğer ideolojik
gruplarla hegemonik bir cephe kurulmasını önermek için yazmıştı ama şu anda
Türkiye’de, Ali Bulaç’ın<a href="file:///H:/VEYSEL/YAZILAR/Adilmedya%20Yazilari/Soma%20Pornosu.docx#_ftn3" name="_ftnref3" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="background-position: initial initial; background-repeat: initial initial; color: black; font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 12pt;">[3]</span></span><!--[endif]--></span></a>
deyimiyle “kimsesizlerin” iktidarı olarak, (bana göre) devlete dönüşemeyen; Bulaç’a
göre “devletleşmiş” yapının analizini de içeriyor; neden Tayyip Erdoğan’ın
paralel devlet diye tutturmasını ve her toplumsal olayda bir dış mihrak
aramasını da:<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-indent: 35.4pt;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-indent: 35.4pt;">
<span style="border: 1pt none windowtext; font-family: 'Times New Roman', serif; font-size: 12pt; padding: 0cm;">“Burjuva sınıfı ve fraksiyonları
dışında, egemenlik altında bulunan sınıfların Poulantzas’ın deyimiyle kitle
sınıflarının iktidarı ele geçirmeleri ve devleti dönüştürmeleri
bir kaç yönden mümkün görünmemektedir. a) Resmi devlet
iktidarında bir el değiştirme hiç bir zaman devlet aygıtının maddi iskeletini
dönüştürmede yeterli değildir. İktidar, devlet aygıtlarına yayılmıştır ve
her aygıtta</span><span style="font-family: inherit, serif; font-size: 12pt;"> </span><span style="border: 1pt none windowtext; font-family: 'Times New Roman', serif; font-size: 12pt; padding: 0cm;">farkı sınıflar ve fraksiyonlar iktidarı
elde tutmaktadırlar. Söz konusu olan devletin gerçek iktidarıdır. [Parelel
devlet söylemi bu şekilde anlaşılmalı] b) Devlet iktidarının merkezi
yukarıda egemen aygıt olarak belirlendikten sonra rahatlıkla denebilir ki,
kitle sınıflarının devlet içerisinde gerçek iktidarı ele geçirmeleri zordur,
çünkü egemen aygıtı kontrol eden burjuvazi, kitle sınıfları ele geçirmesin
diye iktidarının merkezini bir aygıttan, bir başka aygıta geçirmektedir.
[Bugünkü HSYK, Ordu ve Polis merkezlerinin durumu] c) Devletin gerçek
iktidarı ele geçirilse bile bu, bütünsel bir dönüşüm için yeterli olmamaktadır.
İktidar ilişkileri sınıf ilişkileriyle sınırlı değildir, onları aşar ve
kadın-erkek ilişkileri [cemaatlerin siyasal duruşu] gibi toplumsal
formasyona yayılır. Bir devlet formundan başka bir devlet formuna geçmek için
tüm iktidarı değiştirmek gerekli ise sosyalizme geçişte [“kimsesizlerin
müslüman devletine geçişte”] devlet aygıtlarının radikal bir değişimi,
iktidar ilişkilerini tamamını dönüştürmek için yeterli olmayacaktır. d) Kaldı
ki egemenlik altındaki sınıflar devletin resmi iktidarını bile ele geçirmeyebilirler.
Çünkü devlet içerisinde egemenlik altındaki sınıflar, kendi iktidarlarını yoğunlaştırdıkları
ayrı bir devlet aygıtında ve dolayısıyla iktidar bloğuyla
iktidar mücadelelerine girecekleri bir düzeyde bulunmazlar. Daha çok
egemen sınıfın iktidarına karşı muhalefet merkezleri oluştururlar [Bkz:
Erdoğan’ın mağduriyet söylemi; biz safmışız söylemi; kandırıldık söylemi]. e) Kitlenin
iktidarını olanaksız kılan, devletin yapının yeniden üretiminde üstlendiği
roldür. Devlet ne zaman devlet iktidarında kitle sınıflarına doğru bir kayma
olsa, burjuva lehine güç ilişkilerini yeniden düzenler [17-25 Aralık ve TIR
olayları]. Devlet egemen olan ve egemenlik altında olan ilişkilerinin
yeniden üretimi mekanizmasını elinde taşır. Sınıfların yeniden
üretimi, yapının yeniden üretimi yoluyla gerçekleşir.”<a href="file:///H:/VEYSEL/YAZILAR/Adilmedya%20Yazilari/Soma%20Pornosu.docx#_ftn4" name="_ftnref4" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="border: none windowtext 1.0pt; color: black; font-family: "Times New Roman","serif"; font-size: 12.0pt; mso-ansi-language: TR; mso-bidi-language: AR-SA; mso-border-alt: none windowtext 0cm; mso-fareast-font-family: "Times New Roman"; mso-fareast-language: TR; padding: 0cm;">[4]</span></span><!--[endif]--></span></a></span><span style="background-color: white; background-position: initial initial; background-repeat: initial initial; font-size: 12pt;"><o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="background: white; vertical-align: baseline;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="background: white; text-indent: 35.4pt; vertical-align: baseline;">
<span style="font-size: 12pt;">Şimdi anladınız mı, 2007’de neden AKP’nin devlet
olamadığı çözümlemesini yaptığımı?<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="background: white; text-indent: 35.4pt; vertical-align: baseline;">
<span style="font-size: 12pt;">Para verselerdi, işin ayrıntısında, olamayacaklarını
da anlatacaktım. Ama biraz cimri çıktılar, ya da benden “arkadaşça” bir beleş
iş beklediler. Ya da, iktidar olduklarında, devlet onlara kucak açacaktı…
Vesayeti de ezdiler mi, milli irade de arkalarında, yelken açacaklardı, derin
sulara… gibi fantazilere kapıldılar.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="background: white; text-indent: 35.4pt; vertical-align: baseline;">
<span style="font-size: 12pt;">Paralelciler (ve Ali Bulaçsal ve Mümtaz’er Türköneseller)
ve şimdi onların dümen suyuna girmiş [Mahçup Altandaşlar ve saz arkadaşları] liboşal
solcular da “vesayet” diye tutturdukları kavramın devlet egemenliği ve yapısı
ile ilişkili olamayacağını da, anlamışlar mıdır acaba? Ya da, “vassal state”
diye kuram uyduranların, sınıfsal analizin kaya gibi sert suratına çarptıkları
tokatla acılar içine girmelerini de anlayabilir miyiz, bu analizlerle?<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="background: white; text-indent: 35.4pt; vertical-align: baseline;">
<span style="font-size: 12pt;">Porno ile devletin çakışması, ahlaka aykırı yüz
kızartıcı işlerin kamuya sunulması, işte bu nedenlerle, kriz dönemlerinin
faciasını, sınıfsal analizi gömen bir ustalıkla medya tarafından yapılır. Bu
bir zamanlar, Özkökler döneminde de aynen yapılıyordu. Dozunda bırakırsanız,
fena değildir, aynı porno seyretmek gibi. Bir catharsis yaratır ve geçici ve
yapay doğal ihtiyacın engellenmiş sıkıntısının geçici atılmasını sağlar. Tabii,
hayal kırıklığına da evrimleşir. Ama tiryakisi olursanız, yani, “medya”nın
sanki teşhirci bir sapıklığın demokrasi halinde anlaşılmasının ortamı olduğunu zannederseniz,
işte o zaman, eleştirdiğiniz karşıtlarınız gibi medyayı kullanmak zorunda
kalıp, devlet olmaktan siga siga uzaklaşırsınız.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="background: white; text-indent: 35.4pt; vertical-align: baseline;">
<span style="font-size: 12pt;">Şimdi önerime geldim:<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="background: white; text-indent: 35.4pt; vertical-align: baseline;">
<span style="font-size: 12pt;">Devletin yapısının içine nüfuz etmek yerine, empatik
olarak, devlet hizmetlerini tüm yurttaşlara eşit ve özgür bir biçimde sunmanın
yollarını aramalı AKP. Bölmek devlete yakışmaz. Devlet bölseniz de, paralelini
ortadan kaldırsanız da ortadan kalkmaz. Bunun en iyi örneği Lenin’in “sönen
devlet” kuramıdır. Putin’le bile sönemedi bir türlü. AKP devleti olduğu gibi
ele almalı ve tüm Türkiye’nin devleti yapmalı; söylemsel işler medyadan
duyulduğunda aksi seda gibi gelebilir ama bir çoklarına karşıt görüşler olarak
yankılanır. Devleti bir baba gibi gören milli irade zamanı geldiğinde lafa
değil, icraata bakar. AKP bütün bunları itiraf da ediyor. Çünkü, devleti
kullanılacak bir aygıt olarak görenlerle paralele düşmüş olduğunu zaten kendi
söyleyip duruyor. Bunun için Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanlığı adaylığını koymalı
ve bilhassa eşinin “ben de istemiyorum” demesine kulak asmamalı.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="background: white; text-indent: 35.4pt; vertical-align: baseline;">
<span style="font-size: 12pt;">Bunu 2007’de de yazdım: Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı
olmazsa sonunu getirir diye. Ama yine dinleyen olmadı. AKP’de Erdoğan’dan boşalacak
yere de Yunus Söylet gelmeli.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="background: white; text-indent: 35.4pt; vertical-align: baseline;">
<span style="font-size: 12pt;">Tayyip Erdoğan sadece Cumhurbaşkanlığı ile yetinmemeli,
yarı Başkan da olmalı; çünkü tarihte hiçbir dönemde faşizm başkanlık
sistemlerinden çıkmamıştır; meret hep parlamanter sistemlerden çıkar. Roma’da
diktatörler bile senato içinden, seçilerek devleti “ele” geçirirler. Ya da
geçirdiklerini zannederler. Bu yüzden değil midir, Roma’da hem krallık, hem
cumhuriyet, hem de imparatorluk vardır, diktatörler de cabası. Başkan Tayyip
Erdoğan’ı dizginleyecek yine kendisi olacaktır. Ya da Başbakanı. Bir de tabii
yeni bir Anayasa’daki, Amerikan Anayasası’nın Birinci Zeyl maddesinin aynısının
yer alması.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="background: white; text-indent: 35.4pt; vertical-align: baseline;">
<span style="font-size: 12pt;">Peki, karşısında kim aday olmalı?<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="background: white; text-indent: 35.4pt; vertical-align: baseline;">
<span style="font-size: 12pt;">Benim tek favorim, Nilüfer Göle’dir.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="background: white; text-indent: 35.4pt; vertical-align: baseline;">
<span style="font-size: 12pt;">Doğu despotizminin aristokrat geleneğinin CHP’li
kökleri ile, modern mahremi sentezleyen bir liberal ve kadın olarak.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="background: white; text-indent: 35.4pt; vertical-align: baseline;">
<span style="font-size: 12pt;">MHP’nin de bu önerimi göz ardı etmemesini öneririm.
Çünkü önerecekleri her aday, Nilüfer Göle’den fazla MHP’yi de kapsayacı
olamayacaktır. İsterlerse onlara da bilabedel olmayan bir rapor
hazırlayabilirim.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="background: white; text-indent: 35.4pt; vertical-align: baseline;">
<span style="font-size: 12pt;">CHP+MHP+HDP’nin aritmetik toplamı Nilüfer Göle’de
toplanabilir. Artı AKP’nin huysuz ve aldatılmışları. Şu anda 76 milyon içinde
başkası yok. Üstelik, Göle, Poulantzas’ı da bilir, Durkheim’ı da. Bizim çakma
paralelci bilimciler bile severler onu. AKP’nin önemli bir kesiminin, özellikle
de kadın entelektüellerinin gözdesidir. Gülen’e hoş görülüdür. Gezicilerin de
dostu… Daha ne olsun?<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="background: white; text-indent: 35.4pt; vertical-align: baseline;">
<span style="font-size: 12pt;">Nilüfer Göle’ye tek karşı çıkacak olan kişi yine
Tayyip Erdoğan’dır. Bu da doğal, rakip olarak, başka yapacağı bir şey yok…<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="background: white; text-indent: 35.4pt; vertical-align: baseline;">
<span style="font-size: 12pt;">Ama Erdoğan’ı bir zamanlar Derviş karşısında
demokratik global bir umut olarak görmüş olan kişi de Göle’dir.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="background: white; text-indent: 35.4pt; vertical-align: baseline;">
<span style="font-size: 12pt;">Ben mühendisler üzerine yazdıklarını severim de,
gerisini tutmam…<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="background: white; text-indent: 35.4pt; vertical-align: baseline;">
<span style="font-size: 12pt;">Ama benim sadece bir oyum var, vermesem de olur.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="background: white; text-indent: 35.4pt; vertical-align: baseline;">
<span style="font-size: 12pt;">İsterseniz kendiniz okuyun, verir misiniz vermez misiniz,
onu sorun: </span><a href="http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/87867.asp"><span style="font-size: 12.0pt; mso-bidi-font-family: Calibri; mso-bidi-theme-font: minor-latin; mso-fareast-font-family: "Times New Roman"; mso-fareast-language: TR;">http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/87867.asp</span></a><span style="font-size: 12pt;"> <o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-indent: 35.4pt;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-indent: 35.4pt;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-indent: 35.4pt;">
<br /></div>
<br />
<div>
<!--[if !supportFootnotes]--><br clear="all" />
<hr align="left" size="1" width="33%" />
<!--[endif]-->
<br />
<div id="ftn1">
<div class="MsoNormal">
<a href="file:///H:/VEYSEL/YAZILAR/Adilmedya%20Yazilari/Soma%20Pornosu.docx#_ftnref1" name="_ftn1" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10.0pt;"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: "Calibri","sans-serif"; font-size: 10.0pt; mso-ansi-language: TR; mso-ascii-theme-font: minor-latin; mso-bidi-font-family: "Times New Roman"; mso-bidi-language: AR-SA; mso-bidi-theme-font: minor-bidi; mso-fareast-font-family: Calibri; mso-fareast-language: EN-US; mso-fareast-theme-font: minor-latin; mso-hansi-theme-font: minor-latin;">[1]</span></span><!--[endif]--></span></span></a><span style="font-size: 10.0pt;"> </span><a href="http://www.medyapolitenblog.blogspot.co.uk/2007_04_21_archive.html"><span style="background: white; font-size: 10.0pt; mso-bidi-font-family: Calibri; mso-bidi-theme-font: minor-latin;">http://www.medyapolitenblog.blogspot.co.uk/2007_04_21_archive.html</span></a><span style="background-color: white; background-position: initial initial; background-repeat: initial initial; font-size: 10pt;"> )<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoFootnoteText">
<br /></div>
</div>
<div id="ftn2">
<div style="background: white; line-height: 13.15pt; margin-bottom: .0001pt; margin-bottom: 0cm; margin-left: 0cm; margin-right: 11.25pt; margin-top: 0cm;">
<a href="file:///H:/VEYSEL/YAZILAR/Adilmedya%20Yazilari/Soma%20Pornosu.docx#_ftnref2" name="_ftn2" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: "Times New Roman","serif"; font-size: 12.0pt; mso-ansi-language: TR; mso-bidi-language: AR-SA; mso-fareast-font-family: "Times New Roman"; mso-fareast-language: TR;">[2]</span></span><!--[endif]--></span></a> <b><span style="font-family: "Calibri","sans-serif"; font-size: 10.0pt; mso-ascii-theme-font: minor-latin; mso-bidi-theme-font: minor-latin; mso-hansi-theme-font: minor-latin;">İngilizce bilenlere not:</span></b>
<span style="color: #555555; font-family: "Trebuchet MS","sans-serif"; font-size: 9.0pt;">PROSTITUTE is from Latin<span class="apple-converted-space"> </span><em>prostituere</em><span class="apple-converted-space"> </span>(to expose publicly, to prostitute).
The etymology precedes to break down as the Latin is broken down to<span class="apple-converted-space"> </span><em>pro</em><span class="apple-converted-space"> </span>(before) plus<span class="apple-converted-space"> </span><em>statuere</em><span class="apple-converted-space"> </span>(to cause to stand). The alleged
Indo-European “root” then is<span class="apple-converted-space"> </span><em>sta</em><span class="apple-converted-space"> </span>(to stand) - nothing one could get
arrested for. </span><span style="color: #555555; font-family: "Arial","sans-serif"; font-size: 9.0pt;">פריצות</span><span style="color: #555555; font-family: "Trebuchet MS","sans-serif"; font-size: 9.0pt;"> PReeYTSOOT, a Medieval Hebrew word, means obscenity or
licentiousness. </span><span style="color: #555555; font-family: "Arial","sans-serif"; font-size: 9.0pt;">פרוץ</span><span style="color: #555555; font-family: "Trebuchet MS","sans-serif"; font-size: 9.0pt;"> </span><span style="color: #555555; font-family: "Trebuchet MS","sans-serif"; font-size: 9.0pt; mso-bidi-font-family: "Trebuchet MS";"> </span><span style="color: #555555; font-family: "Trebuchet MS","sans-serif"; font-size: 9.0pt;">
PaROOTS is immodest - the sense of impetuous behavior is seen in<span class="apple-converted-space"> </span><em>Genesis38</em>:<em>29</em><span class="apple-converted-space"> </span>or at<span class="apple-converted-space"> </span></span><a href="http://www.edenics.net/english-word-origins.aspx?word=PIRATE"><span style="color: #72a545; font-family: "Trebuchet MS","sans-serif"; font-size: 9.0pt;">PIRATE.</span></a><span style="color: #555555; font-family: "Trebuchet MS","sans-serif"; font-size: 9.0pt;">
</span><span style="color: #555555; font-family: "Arial","sans-serif"; font-size: 9.0pt;">פרוז</span><span style="color: #555555; font-family: "Trebuchet MS","sans-serif"; font-size: 9.0pt;"> PaROOZ is open to all (Deuteronomy 3:5). In Proverbs 13:16, a
fool </span><span style="color: #555555; font-family: "Trebuchet MS","sans-serif"; font-size: 9.0pt; mso-bidi-font-family: "Trebuchet MS";">“</span><span style="color: #555555; font-family: "Trebuchet MS","sans-serif"; font-size: 9.0pt;">layeth
open</span><span style="color: #555555; font-family: "Trebuchet MS","sans-serif"; font-size: 9.0pt; mso-bidi-font-family: "Trebuchet MS";">”</span><span style="color: #555555; font-family: "Trebuchet MS","sans-serif"; font-size: 9.0pt;">
his folly </span><span style="color: #555555; font-family: "Trebuchet MS","sans-serif"; font-size: 9.0pt; mso-bidi-font-family: "Trebuchet MS";">–</span><span style="color: #555555; font-family: "Trebuchet MS","sans-serif"; font-size: 9.0pt;">
P-R-SH/Pey-Resh-Shin. </span><span style="color: #555555; font-family: "Arial","sans-serif"; font-size: 9.0pt;">פרא</span><span style="color: #555555; font-family: "Trebuchet MS","sans-serif"; font-size: 9.0pt;"> PeRAh is wild, and see the unrestrained Pey-Resh-Ayin at<span class="apple-converted-space"> </span></span><a href="http://www.edenics.net/english-word-origins.aspx?word=FREAK"><span style="color: #72a545; font-family: "Trebuchet MS","sans-serif"; font-size: 9.0pt;">FREAK.</span></a><span style="color: #555555; font-family: "Trebuchet MS","sans-serif"; font-size: 9.0pt;">
B-R-ST impetuousness is seen at<span class="apple-converted-space"> </span></span><a href="http://www.edenics.net/english-word-origins.aspx?word=BURST"><span style="color: #72a545; font-family: "Trebuchet MS","sans-serif"; font-size: 9.0pt;">BURST.</span></a><span style="color: #555555; font-family: "Trebuchet MS","sans-serif"; font-size: 9.0pt;"> Antonyms
include PReeYSHOOT (abstinence, celibacy, piety, restriction). Like PReeYTSOOT,
it is not in Scripture. But it, too, is based on a Biblical root –- as PaRaSH
means separated -- Leviticus 24:12 – whence the piously separatist PHARISEES or<span class="apple-converted-space"> </span><b>PeROOSH</b>iM. After an M132
metathesis and S-B,S-F and S-L, a Biblical opposite of the PROSTITUTE appears.
The BiTOOLaH is a virgin (Genesis 24:16). (Ni)PHRaTS means “”common” in I
Samuel 3:1; just as Yiddish<span class="apple-converted-space"> </span><em>prost</em><span class="apple-converted-space"><i> </i></span>means common and vulgar. Leo
Rosten, The Joys of Yiddish, writes that<span class="apple-converted-space"> </span><em>prost</em><span class="apple-converted-space"> </span>is “possibly from Slavic.” For the
given Indo-European “root”,<span class="apple-converted-space"> </span><em>sta,</em><span class="apple-converted-space"> </span>see<span class="apple-converted-space"> </span></span><a href="http://www.edenics.net/english-word-origins.aspx?word=STABLE"><span style="color: #72a545; font-family: "Trebuchet MS","sans-serif"; font-size: 9.0pt;">STABLE.</span></a><span style="color: #555555; font-family: "Trebuchet MS","sans-serif"; font-size: 9.0pt;">
PRESS (see<span class="apple-converted-space"> </span></span><a href="http://www.edenics.net/english-word-origins.aspx?word=PRESS"><span style="color: #72a545; font-family: "Trebuchet MS","sans-serif"; font-size: 9.0pt;">PRESS</span></a><span style="color: #555555; font-family: "Trebuchet MS","sans-serif"; font-size: 9.0pt;">),
BRASH and BRAZEN are related to the modern PiR$OOM (publicity,
advertising – from PaRa$, to broadly distribute – Isiah 58:7 ) All the
Pey-Resh/PR plus fricative (S, ST,Z) words above are as brashly open and
public as a common prostitute. B RAZEN (shameless) needs a better root
than Indo-European<span class="apple-converted-space"> </span><em>ferrum</em><span class="apple-converted-space"> </span>(lead). Even if one thinks that BRASS
is BRASSY or garish. When EDK defines PaRaZ as decentralized (see<span class="apple-converted-space"> </span></span><a href="http://www.edenics.net/english-word-origins.aspx?word=DISPERSE"><span style="color: #72a545; font-family: "Trebuchet MS","sans-serif"; font-size: 9.0pt;">DISPERSE</span></a><span style="color: #555555; font-family: "Trebuchet MS","sans-serif"; font-size: 9.0pt;">
and the bilabial-liquid-fricatives that are all over the place), he cites the
Arabic<span class="apple-converted-space"> </span><em>baraz.</em><span class="apple-converted-space"> </span>wide and open, with the sound and
shameless cockiness of a PROSTITUTE.</span><span style="color: #555555; font-family: "Trebuchet MS","sans-serif"; font-size: 10.0pt;"><o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoFootnoteText">
<br /></div>
</div>
<div id="ftn3">
<div class="MsoNormal">
<a href="file:///H:/VEYSEL/YAZILAR/Adilmedya%20Yazilari/Soma%20Pornosu.docx#_ftnref3" name="_ftn3" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10.0pt;"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: "Calibri","sans-serif"; font-size: 10.0pt; mso-ansi-language: TR; mso-ascii-theme-font: minor-latin; mso-bidi-font-family: "Times New Roman"; mso-bidi-language: AR-SA; mso-bidi-theme-font: minor-bidi; mso-fareast-font-family: Calibri; mso-fareast-language: EN-US; mso-fareast-theme-font: minor-latin; mso-hansi-theme-font: minor-latin;">[3]</span></span><!--[endif]--></span></span></a><span style="font-size: 10.0pt;"> “</span><span style="background-color: white; background-position: initial initial; background-repeat: initial initial; font-size: 10pt;">"Kimsesizler"
değil; "vergisizler" (vergi vermeyenler) demek daha doğru... AKP'yi
iktidara getirenlerin % 90'ı Türkiye'nin vergi vermeyenlerinden oluşuyor. Ali
Bulaç'a sormazlar mı, peki, kimsesizlere kim bakacak, hangi parayla bakacak,kimden
gelecek bu değirmenin suyu? Kapitalizmi eleştirmeden, ona alternatif bulmadan,
madende çalışanın iş güvencesinin iş güvenliğinin en önemli unsuru olduğunu
herkese haykırmadan, bu "kimsesizlik" edebiyatı ile vara vara, Ali
Bulaç'lar vasıtasıyla R. Tayyip Erdoğan'a varılır. Ali Bulaç hem suçlu, hem
güçlü. Derdine yansın...” <b>Pouluntzasçı
olmadığım halde, Pouluntzas’ın çerçevesine de gayet iyi oturan</b> <b>bu notu, Ali Bulaç’ın mezkur yazısını
yeniden yayınlayan adilmedya.com’a yorum olarak gönderdim:</b> </span><a href="http://www.adilmedya.com/ali-bulac-erdoganin-gecirdigi-donusumu-anlatti-h41691.haber"><span style="background: white; font-size: 10.0pt; mso-bidi-font-family: Calibri; mso-bidi-theme-font: minor-latin;">http://www.adilmedya.com/ali-bulac-erdoganin-gecirdigi-donusumu-anlatti-h41691.haber</span></a><span style="background-color: white; background-position: initial initial; background-repeat: initial initial; font-size: 10pt;"> <o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoFootnoteText">
<br /></div>
</div>
<div id="ftn4">
<div class="MsoNormal">
<a href="file:///H:/VEYSEL/YAZILAR/Adilmedya%20Yazilari/Soma%20Pornosu.docx#_ftnref4" name="_ftn4" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: 10.0pt;"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: "Calibri","sans-serif"; font-size: 10.0pt; mso-ansi-language: TR; mso-ascii-theme-font: minor-latin; mso-bidi-font-family: "Times New Roman"; mso-bidi-language: AR-SA; mso-bidi-theme-font: minor-bidi; mso-fareast-font-family: Calibri; mso-fareast-language: EN-US; mso-fareast-theme-font: minor-latin; mso-hansi-theme-font: minor-latin;">[4]</span></span><!--[endif]--></span></span></a><span style="font-size: 10.0pt;"> </span><a href="http://www.academia.edu/2294399/POULANTZASin_SIYASET_VE_DEVLET_KURAMI"><span style="background: white; font-size: 10.0pt; mso-bidi-font-family: Calibri; mso-bidi-theme-font: minor-latin;">http://www.academia.edu/2294399/POULANTZASin_SIYASET_VE_DEVLET_KURAMI</span></a><span style="background-color: white; background-position: initial initial; background-repeat: initial initial; font-size: 10pt;"><o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoFootnoteText">
<br /></div>
</div>
</div>
Medyapolitenhttp://www.blogger.com/profile/00332494631747202343noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-14463135.post-71502980608889431702012-02-26T17:05:00.004+02:002012-02-27T22:14:00.587+02:00<div dir="ltr" style="text-align: left;" trbidi="on">
<span style="font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif; font-size: x-large;"><b>Şafağın Demircisi TEKİN SÖNMEZ, Mehmet Veysel (BATMAZ)'ın ilk yazısını yazdı...</b></span><br />
<span style="font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif; font-size: large;"><b><br /></b></span><br />
<div>
<div class="date-posts" style="background-color: #76a5af; font-family: Verdana, Geneva, sans-serif; font-size: 14px; text-align: -webkit-auto;">
<div class="post-outer">
<div class="post hentry" style="line-height: 22px; margin-bottom: 20px; padding-left: 20px; padding-right: 20px; text-indent: 10px;">
<a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=14463135" name="2637945136270953272"></a><br />
<h3 class="post-title entry-title" style="font-size: 21px;">
<a href="http://yazmakne.blogspot.com/2012/02/james-joyce-cok-bilinen-bir-kitap-ad.html" style="color: black; text-decoration: none;">James Joyce bir kitap adıyla 'Sanatçı' der, ben, 'yazarın bir genç adam olarak portresi'; istenç, içtenlik ve geleceği taşıyor olabilmek, derim..</a></h3>
</div>
</div>
</div>
</div>
<div class="date-posts" style="background-color: #76a5af; font-family: Verdana, Geneva, sans-serif; text-align: -webkit-auto;">
<div class="post-outer">
<div class="post hentry" style="line-height: 22px; margin-bottom: 20px; padding-left: 20px; padding-right: 20px; text-indent: 10px;">
<div class="post-header" style="font-size: 14px;">
<div class="post-header-line-1">
</div>
</div>
<div class="post-body entry-content" id="post-body-2637945136270953272">
<div style="font-size: 14px;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgIqeWyROMTnS_4ymgB1py55eZrBZ71cmgxqPxvae2-R05jvuwzPs3KuA7OGcAqHoHFb17CGmOmCGAizofRd3DteQPscNGEMu-h9DG3FiRJuNdnhkRiShQ2QX91juVZBakZdfcoQA/s1600/DSCN8794+-+Copy+-+Copy.JPG" style="color: #00003f; text-decoration: none;"><img alt="" border="0" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5713419846680514242" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgIqeWyROMTnS_4ymgB1py55eZrBZ71cmgxqPxvae2-R05jvuwzPs3KuA7OGcAqHoHFb17CGmOmCGAizofRd3DteQPscNGEMu-h9DG3FiRJuNdnhkRiShQ2QX91juVZBakZdfcoQA/s400/DSCN8794+-+Copy+-+Copy.JPG" style="border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; cursor: pointer; float: right; height: 400px; margin-bottom: 10px; margin-left: 10px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; width: 366px;" /></a>Mehmet Veysel (Batmaz), kırk yıl önceki bir yazısı ile...</div>
<div style="font-size: 14px;">
1.</div>
<div style="font-size: 14px;">
“Edebiyatın çok yönlü görevleri arasında, insanların bilinçlenmesini sağlayacak birikimleri oluşturmak, sezgi gücünü çoğaltarak özelden genele bir bağ kurmak, insanların kendi kendilerini aşma süreçlerini hızlandırmak, onları basmakalıp düşüncelerden ırak tutup, daha özgün nitelikteki bir dünya görüşünü tattırmak, giderek benimsetmek... özellikle çağımızda daha da su üstüne çıkıyor.”</div>
<div style="font-size: 14px;">
<br /></div>
<div style="font-size: 14px;">
Böyle başlıyor söz konusu kırk yıl önceki yazı. ‘Bir Parasız Yatılının Kuşatması” başlığı altında <b><i>Yansıma</i></b> Dergisi’nde yayınlanan bu ilk yazıda ne var? Mehmet Veysel’in bu analitik denemesi neyin üstüne kurulmuş? Daha önce okunmuş olanların yanında, yakınında kendisine yer açan okumaların.. üstüne kurulmuş bir yazıdır. İki şey daha; istenç ve içtenlik...</div>
<div style="font-size: 14px;">
<br /></div>
<div style="font-size: 14px;">
Sıradan rastlantısal değil, istençle yapılan okumaların genç yazarda bıraktığı izlerdir bir bakıma. Fakat, evet şu fark var, istençle, içtenlikle yapılan okumalar farklıdır... Zorlama okumalar yazma coşkusu vermez. Bu nedenle :‘Bir Parasız Yatılının Kuşatması” adlı öyküler, daha önce zihinde yapılanan düşüncelerin, keşif masasına getirilir. Başka yere değil...</div>
<div style="font-size: 14px;">
<br /></div>
<div style="font-size: 14px;">
Burada elekten geçecek. Otopsi burada, bu masada yapılacak. İki şey; istenç ve içtenlikle okunan bir öykü kitabının genç bir beyinde bıraktığı yankılar var, onlar söze, yazıya dönüşecek, evet. Buradan bir yazı çıkacak? Çığlık gibi yankılar, çağrışımları da yanına alır. Pırıltılı bir algı merceği ile okumanın, genç bellekle bıraktığı izlenimlerdir bu yankı dediğim şeyler.</div>
<div style="font-size: 14px;">
<br /></div>
<div style="font-size: 14px;">
İzlenimler, izlenimlerimiz... Onlar üzerine konuşmuyor, o yankıları yinelemiyorsak, yazmıyorsak onlar yok olur. Kelebek kanatları gibi uçuşkan ve kısa ömürlü yankılar kısa bir süre sonra silinirler. Her yineleyiş o yankılara yeniden kanatlanma ve bizlere de yaşama katlanma, gücü verir. Onu konuştukça ve onu harflere, tümcelere dönüştürdükçe o yankılar nesnelleşir ve yankı olmaktan çıkar ve izlenimler olarak zihinde, zincirin halkalarına bağlanarak yerli yerini alır. Genç bir yeteneğin, ileride başarılı bir yazar olması gibidir bu biraz da. Geleceği taşıyor olabilmek buradadır.</div>
<div style="font-size: 14px;">
<br /></div>
<div style="font-size: 14px;">
İzlenim terimi ise felsefede özellikle Locke’a göre kesinlik kazanmış. “Önceki bir izlenime dayanmayan hiç bir düşünce yoktur,” demiş. Her düşünce, düşünce olmadan öncesi ile bir izlenimler yığınıdır, ona göre. Öykülerin yarattığı yankılar Mehmet Veysel’in zihninde yer açar, yankı yapar ilk. Nesnel çözümleme uğraşısı bundan sonradır. Bu öykülerin çınladığı, yankıdığı alanda önceki izlenimlerin izi yoksa, irdeleme nasıl olacak? Bu da doğal dizgeler birliği ile birinden ötekine sıçrayan izlenimlerle yoğunlaşmaya yol açar. Bir yazar olarak genç Mehmet Veysel portresine baktığımızda, erken böyle bir süreçten geçmiş olmalı, deriz.</div>
<div style="font-size: 14px;">
<br /></div>
<div style="font-size: 14px;">
Bu uğraşıda dayanca arar Mehmet Veysel ve Mehmet Veysel’i iz, izlek peşinde sürer gibi Ernst Fischer’e kadar götürür.</div>
<div style="font-size: 14px;">
<br /></div>
<div style="font-size: 14px;">
Fischer’in şu yorumu ile izlenimleri karşlaşır ve örtüşürler. Burada noktayı koyar: “Toplumsal bakımdan en büyük önemi taşıyan, günümüzde bütün farklı yöntemleriyle edebiyat, dolaylı ya da dolaysız bir şekilde insanın basmakalıp şeylerden kurtulmasına, kendi kendini eğitmesine ve kendini belirlemesine katkıda bulunduğu ölçüde geçerlidir.”</div>
<div style="font-size: 14px;">
2.</div>
<div style="font-size: 14px;">
En güzel melodiler, gençlik ezgileridir fakat edebiyat olgunluk da ister... Edebiyat ürünleri gençlerden zaman ister ve sabırlı olmayı bekler. <b><i>Yansıma</i></b> Dergisi’in dördüncü sayısında: ‘Bir Parasız Yatılının Kuşatması” başlığı altında, Mehmet Veysel’in ilk yazısını yayınlamışım. Yaklaşık on sekiz yaşlarındadır o sırada. O sayıda “okurlarla” başlıklı bir açıklama da var.</div>
<div style="font-size: 14px;">
<br /></div>
<div style="font-size: 14px;">
“İlk yazısını sunduğumuz Mehmet Veysel 1953 doğumlu bir öğrenci. Yansıma’nın çıkışıyla kendisini tanıdık. Kendisinde gördüğümüz eleştirel tavrın gelişmesi ve serpilmesi için çalışmalar yapmasını önerdik. Bundan önce hazırladığı iki tiyatro eleştirsinin ardısıra getirdiği bu incelemeyi yayınlıyoruz. Bu arkadaşa çalışmalar yapmasını önerirken, konu seçiminde kendisini özgür bırakmıştık. Seçtiği konu ve yaptığı çözüm elbette kendisini bağlayacaktır. Çevremizde toplanan bu örnekteki gibi yeteneklerin Türkiye Edebiyatı’na kazandırılması bizi gönendirecektir. Çabamız şudur. Kısaca; demokratik bir eleştiri ortamı hazırlamak ve yeni pırıltıları edebiyatımıza kazandırmaktır.” (2)</div>
<div style="font-size: 14px;">
<br /></div>
<div style="font-size: 14px;">
Edebiyat/yazınsal metin takipçisi olarak doğum yılına oranla erken gelişmiş genç bir yazar portresi izlenimi veren Veysel, kırsal çıkışlı değil, kentsoyludur. Arkaplanında eğitimli bir aile vardır ve küçük kentsoylu özellikleriyle okuma etkinliği birincil sıradadır.</div>
<div style="font-size: 14px;">
3.</div>
<div style="font-size: 14px;">
Derginin yüklü olan o sayısında Veysel’in yer alması, Tekin Sönmez’in genç kuşağa duyduğu ilgiyi belli ediyor. Burada bir analitik deneme inceleme çabası ile karşı karşıyayız. Yüklü dediğim o sayıda kimler var bakalım. İlkyazı Hasan Hüseyin’in, ‘ölü dil, diri dil’ başlığını taşıyor. Hemen ikinci sırada Ceyhun Atuf Kansu’nun şiiri Üç Köpük, Tekin Sönmez’in şiiri ve deneme yazısı, Nezvat Üstün’den ‘Sank Eriks Köprüsünün Türküsü,’ Arkadaş Z. Özger’den ‘Aygın’ adlı şiirsel deneme. Sait Maden’in ‘Lorca’dan şiir çevirisi, Şükran Kurdakul’un ‘Evde’ ve İrfan Yalçın’ın ‘Linç’ adlı öyküleri, Demirtaş Ceyhun’un, ‘Memleketin efendileri ve efendilerin edebiyatı’ adlı denemesi, Zühtü Bayar’ın ‘Eleştiri Günlüğü’ ve Mehmet Veyselin yazısı. Arkada İsmet Kemal’in denemesi, Hayati Asılyazıcı’nın ‘Türk Tiyatrosunda Bunalım’ başlıklı yazısı.. yoğun ve dolu bir sayı.</div>
<div style="font-size: 14px;">
<br /></div>
<div style="font-size: 14px;">
Görüleceği gibi Mehmet Veysel, yılların deneyimli yazarları arasına girmiş. Geleceği taşıyabilir.. pırıltılı bir analitik incelemeci adayı olarak ilk sınavda önü açılmış. Geleceği taşıyabilir olmak! Ölçüt olarak, burada üç tanımı, tartışma ortamına açıyorum.</div>
<div style="font-size: 14px;">
Şudur; genç bir yazarda istenç ve içtenlik ve geleceği taşıyor olmak, bunları tartışabiliriz. Şöyle ki Tekin Sönmez’de, bu üç tanımla kaynaşan bir izlenim ortaya çıkmış. On sekiz yaşlarında ortalama her insanın başarmakta zorlanacağı bir uğraşıdır bu. O bir lise öğrencisidir. Her seçkin lise öğrencisinin altından kalkamayacağı, dil, sözcük dağarı isteyen bir uğraşıdır bu.</div>
<div style="font-size: 14px;">
<br /></div>
<div style="font-size: 14px;">
Altıncı, Günümüz Türk Hikayesi özel saysında Orhan Kemal üzerine bir yazısını, sıralamada hemen ilk sayfalara alıyorum. Derginin ilkyazısı ve Kemal Tahir’in Türk Hikayeciliği üstüne düşünceleri, İ. Zeki Eyuboğlu’nun ‘türk öykücülüğünün kökeni’ başlıklı yazısı, Tekin Sönmez, Ünsal Akpak ve Mehmet Veysel’in Orhan Kemal konusunda odaklaştıkları planlı yazılar.. derginin ilk on sayfasında izliyoruz Mehmet Veysel’i. Onun ardından Rıfat Ilgaz’ın, Aziz Nesin’in, Kerim Korcan’ın, Mehmet Seyda’nın ve daha pek çok bilinen, altmış dolayında yazarın öyküleri ve görüş belirten çok önemli yanıt yazıları var. (3)</div>
<div style="font-size: 14px;">
<br /></div>
<div style="font-size: 14px;">
Burada özel bir ayraç var. Örneğin Doğan Hızlan’ın, Fakir Baykurt’un, Hasan Hüseyin in, Demirtaş Ceyhun’un, Füruzan’ın ve daha başka yazarların soruşturma sınırlarını taşan doyurucu, bilgi birikimi taşıyan yanıtlarını, derginin soruşturma bölümünde yayınlanmak ve buna karşın Ünsal Akpak ve Mehmet Veysel’in birer sayfalık yazılarının öne çıkması, Tekin Sönmez’in genç kuşaktan yana zarlarını attığının kanıtıdır.</div>
<div style="font-size: 14px;">
<br /></div>
<span style="font-size: 14px;">Mehmet Veysel bu satırların yazarını yanıltmadı ve Yaşar Kemal(4. sayı), Sabahattin Ali(5. sayı), ve Füruzan’ın öykü kitabı üzerine(6. sayı) yazdı. Polonyalı bir yazarın ‘Bencil adlı’ bir yapıtı üzerine olan son yazısı ise bir tanıtım denemesidir. Bu sekizinci yazısından (7.sayı) sonra Mehmet Veysel imzasını dergide göremiyoruz. El yazısı ile kaleme aldığı, Yalova, 16 Mart 1974 tarihli mektubunda duygularını, duyumlarını ve </span><b style="font-size: 14px;"><i>Yansıma</i></b><span style="font-size: 14px;"> Dergisi konusunda görüşlerini iletmiş. ... bu mektubu birlikte okuyalım. </span><span style="font-size: xx-small;">[Mektubu okumak için üzerini tıklayarak, büyütün.]</span><br />
<div style="font-size: 14px;">
<br /></div>
<div style="font-size: 14px;">
Sevgi, içtenlik...</div>
<div style="font-size: 14px;">
<br /></div>
<div class="separator" style="clear: both; font-size: 14px; text-align: center;">
<a href="http://2.bp.blogspot.com/-dB2cPFXpBX4/T0vixegAOYI/AAAAAAAAA4o/st5wk-Py1lc/s1600/Veysel+Yans%C4%B1maya+Mektup.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="320" src="http://2.bp.blogspot.com/-dB2cPFXpBX4/T0vixegAOYI/AAAAAAAAA4o/st5wk-Py1lc/s320/Veysel+Yans%C4%B1maya+Mektup.JPG" width="246" /></a></div>
<div style="font-size: 14px;">
Tekin SonMez, 26 Şubat 2012, Stockholm, <a href="http://yazmakne.blogspot.com/"><b><span style="color: orange;">http://yazmakne.blogspot.com/</span></b></a></div>
</div>
</div>
</div>
</div>
</div>Medyapolitenhttp://www.blogger.com/profile/00332494631747202343noreply@blogger.com7tag:blogger.com,1999:blog-14463135.post-32013702770484660522011-11-25T22:58:00.007+02:002011-11-25T23:06:16.136+02:00<div dir="ltr" style="text-align: left;" trbidi="on"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://2.bp.blogspot.com/-diwK5tEAF9c/TtACcMFBJVI/AAAAAAAAAv4/iqF8g9qX8Lc/s1600/arif-dirlik-kolaj.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="400" src="http://2.bp.blogspot.com/-diwK5tEAF9c/TtACcMFBJVI/AAAAAAAAAv4/iqF8g9qX8Lc/s400/arif-dirlik-kolaj.jpg" width="363" /></a></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;"><strong style="background-color: white; color: #454545; font-family: Arial; font-size: 12px;">KÜRESEL KAPİTALİZMİN SONU MU?<br />
ARİF DİRLİK</strong></div><div style="text-align: left;"><strong style="background-color: white; color: #454545; font-family: Arial; font-size: 12px; text-align: justify;">Çeviren: Veysel Batmaz </strong></div><br />
<span class="Apple-style-span" style="background-color: white; color: #454545; font-family: Arial; font-size: 12px;">Modernitenin günlük küreselleşmesi, “yeni” moderniteler yaratmaktadır; “alternatif” ya da “çoklu” moderniteler biçimindeki çağdaş düşünceye özgü dikkatleri kışkırtması da bu nedenledir. Aynı zamanda, eğer bu “alternatif” moderniteler, “alternatif” olarak görülecekse, moderniteye alternatif olarak değil, modernitenin içinde alternatifler olarak görülmelidir. Euromodernitenin hem kabulü, hem de reddi biçimindeki bu ikili doğası, küresel modernitenin [elimizdeki tek] işaretidir. Küresel olarak toplumların arasındaki farklar, ne kadar gerçekse, kapitalist ekonominin sınırları içinde sıkışmışlıklarının varyasyonlarını temsil etmektedir. Bir kavram olarak küresel modernite, hem benzerliği, hem farkı anlamayı; hem de, uyum ve uyumsuzluğu önermektedir.</span><br />
<br />
<span class="Apple-style-span" style="background-color: white; color: #454545; font-family: Arial; font-size: 12px; text-align: justify;">Geçtiğmiz yıllardaki (özellikle 2010-2011) küresel mayalanma, küresel kapitalizmin tiranlığının yok edilmesi umutlarını yeşertti. Her yer protestolarla doluydu. Kamusal açık protestolara izin verilmeyen Çin Halk Cumhuriyeti’nde, özellikle kırsal bölgelerde binlerle ifade edilebilecek kitlesel gösteriler, yolsuz ve vicdansız politikalara lanet okudular. Tunus’ta çiçeklenen ve hemen ardından Kuzey Afrika’ya ve Batı Asya’ya yayılan “Arap Baharı”,kitlelere söyledikleri ekonomik vaatlerini yerine getirmemiş olan otoriter modernleşmeci rejimlerin efsanelerine karşı toplumsal, politik ve kültürel yakınmaları ayaklanmalara dönüştürdü. Hindistan’da, orta sınıf tarafından başlatılan yolsuzluk karşıtı hareket, uzun zamandır sürmekte olan tarımsal protestolarla birleşerek yaz aylarından birden bire patlak verdi ve Maocular tarafından yönlendirilen kabilelerin, binlerce köylünün aynı anda intiharları ile sonuçlanan kalkınmacı politikalara ve yolsuzluğa karşı direnişleriyle çakıştı. Özellikle Güney Avrupa ve İngiltere’de, Avrupa’nın genelinde uygulanan kemer sıkma politikalarına karşı her sınıftan binlerce silahlı halk başkaldırdı. Başkaldırı mayası, sonbaharın başlangıcında “Amerikan Baharı”yla doruğa ulaştı; “Wall Street’i İşgal Et (Occupy Wall St.)” hareketi, küresel olarak taklit edilerek, yankılandı. Bütün bu hareketler, neoliberal küresel kapitalizme karşı popüler umutsuzluğun yerel hale getirilmiş ifadeleri oldu. Dertleri ve ilgileri yereldi. Fakat aynı zamanda, finans kapitalin küresel egemen ekonomisine, neoliberal küreselleşmenin yarattığı sert ve acımasız eşitsizliklere, devlet ve kapital arasındaki çarpışmaya, cinsiyetçi ve ırkçı ayırımcılığa, nerede vardıysa demokrasinin toplumsal eşitsizliklerle ve çevresel bozulmalarla yok olmaya başlamasına, ve daha bir çok[adaletsizliğe] karşı ortak bir dile sahiptiler.</span><br />
<br />
<span class="Apple-style-span" style="background-color: white; color: #454545; font-family: Arial; font-size: 12px; text-align: justify;">Protestolar bir başka ortaklığa daha sahiptiler. Tanımlanabilir [ve yakalanabilir] bir liderden yoksun olan bütün bu hareketlerle kendi [ulusal devlet] hiyerarşilerini üreten [muhalif] hiyerarşik örgütlerle uğraşmaya alışık oldukları tarzda uğraşamadıklarından, karşı oldukları rejimlerin, [ulusal devletlerin] kafalarını karıştırdı. Ekonomik küreselleşmenin yerel sonuçlarına bağlıydılar. Ulusal veya ulusalüstü, değişik derecelerde, taban demokrasisi pratiklerine ve değişik talepleri, gereksinimleri ve çıkarları düzenleme ile yeni birliklerin inşası sürecindeki sorunlara ilişkin endişeleri taşıyorlardı. Ekonomileri, şirket kapitalinin ve devletinin elinden alarak en geniş çapta halkın gereksinimlerini yanıtlar hale getirmenin ortak farkındalığına sahiptiler. Kültür [farklılığı] sorunları elbette vardı, fakat kültür, artık, politik ekonomi sorularıyla yeniden biçimlenmiş olarak hayat mamat meselelerinin yaygın endişelerini merkeze alan bir yaygınlıkla tanımlanıyordu.</span><br />
<br />
<span class="Apple-style-span" style="background-color: white; color: #454545; font-family: Arial; font-size: 12px; text-align: justify;">Bu hareketlerin provokasyonlarını, küresel ekonomik durgunluk temin etmişti, fakat daha da temelde küresel kapitalizmin çelişkilerinin ifadeleriydiler. Meksika’daki Zapatistler bu güncel hareketlerin ilkleriydiler. Zapatistler gibi diğer ülkelerdeki bu güncel toplumsal taban hareketleri de 1960’lara kadar giden kökenlere sahiptirler. Yeni bir başlangıcı mı, yoksa, küresel kapitale karşı son bir umutsuz huruç harekatı temsil edip etmedikleri henüz belli değildir. Bugüne kadar, açık ve hızlı bir baskı ile (Suriye ve ÇHC’de bile) sessizleştirilmelerine direnebilmiş olmaları gelecekte de sessizleştirilemeyeceklerinin güvencesi değildir—ABD’nin anayasal olarak kamusal protestolara sağladığı hukuksal koruma bile, güvence değildir (ki, ABD’li Cumhuriyetçi bir başkan adayının, “Arap Baharı”nın ABD çıkarlarına ters olduğunu ilan etmiş olması ve aynı biçimde, ÇHC liderlerinin de dünyanın çeşitli ülkelerindeki protesto görüntülerinin haberlerde yayınlanmasını önlemiş olmaları birer ipucudur.).</span><br />
<br />
<span class="Apple-style-span" style="background-color: white; color: #454545; font-family: Arial; font-size: 12px; text-align: justify;">Hareketlerin içindeki uyumsuzluk belli bir belirsizliğe yol açmaktadır ve örgütsel biçimler protestonun ötelerine varabilecek midir, belli değildir. Bu hareketlerden solun uzun zamandır yeni toplumsal ve politik biçimlenmelere duyduğu heyecanlı isteği, farklılıkların hemen uyumlu hareketler yaratmasına yol açmayacağını düşünerek, biraz ertelemek gereklidir. Kendiliğinden kitle örgütlenmelerinin bu hareketlerin olağanüstü bir özelliği olmaları, bu hareketlerin içinde örgütlenmiş çıkarların bulunmadığı veya bu örgütlenmiş çıkarların birbirleriyle, hareketlerin içinde —“Arap Baharı”ndaki İslamcı partilerden, ABD veya diğer ülkelerdeki sendikalar veya cinsiyet ve etnik organizasyonlara kadar-- birbirleriyle uyumlu hale gelebilmesi demek değildir. Politik eğilimler, harekete katılanların var olan düzen içindeki çıkarlarının çok değişik olmaları nedeniyle, önemlidir. İhtiyatı elden bırakmadıkça ve ortak bir vizyonu her zaman diri tutmadıkça, bu hareketler, ekonomik eşitlik ve daha fazla demokrasi arzularını elde edecek veya edemeyecek örgütlerin yönlendirmesi altına girebilir. Fakat diğer tek seçenek, var olan sistemin halihazırdaki [devlet] gücüne karşı bir hız kaybetmesiyle oluşacak parçalara bölünmedir. “Biçimsizlik bütün biçimlerin anasıdır” der bir kadim Çinli Daoist metin, Klasik Yol ve Ahlak (Daode jing). Fakat bir yerden diğerine hareket etmek, birçok tuzakla da karşı karşıya gelmektir. Karl Marx’ın dediği gibi, insanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, fakat geçmişin onlara sunduğu koşullarla sınırlı ve geçmişe uygun olarak.</span><br />
<br />
<span class="Apple-style-span" style="background-color: white; color: #454545; font-family: Arial; font-size: 12px; text-align: justify;">Geçmişle bağı koparma ilüzyonu, geçmişe boyun eğme kadar tatsızdır. Gerekli bir ilüzyon olabilir, tepeden tırnağa yeni bir toplum yaratma olasılığına olan inancın koşulunu yaratabilir, fakat eğer geçmişin [başarısız] ütopyalarının yolundan gidilmeyecekse, modernitenin bilincini elde tutmayı gerektirir ki, o modernite, bizi, bugünün kavşak yollarına getirmiştir. Bugünlerin ekonomik zorluklarına katlananlardan, sınırsız kalkınmadan vazgeçmelerini istemek çok fazla olabilir, (...) Sahip olduklarından vazgeçmelerini (kalkınmış toplumlarda) istemek; sahip olunacaklardan daha azına razı olmalarını (kalkınmakta olan toplumlarda) istemek; veya, yakın bir gelecekte sahip olma umudunun (geri kalmış, kalkınacak toplumlarda) yok sayılmasını talep etmek, oldukça güçtür. Ancak, bu sözde kanıtlanmış [kalkınma mitine olan] inanç, modernitenin miraslarından biridir; kapitalin ütopyan vaatlerine bir şahadet sağlamak ve hatta insanlığa, kalkınmacılığın doğal, toplumsal, politik ve kültürel çevrede ne sonuçlar verdiğine karşı bağışıklık sağlamak içindir, o kadar. Euromodernitenin bu kalkınmacı fetişizmi ile yüzleşmeyen her türlü eleştiri, sadece kapitalist veya Euro/Amerikan değil, saçmadır da; veya alternatif gelecekler açısından oldukça sınırlı sonuçlar doğurur. Çözümler, bu çıkmaza göre ve sonuçlarına yeterli bir yanıt olarak inşa edilecekse, bu çözümler Euromodernitenin deneyimlerinden formüle edilecektir: Euromoderniteye alternatif bir imgelem olarak.</span><br />
<br />
<span class="Apple-style-span" style="background-color: white; color: #454545; font-family: Arial; font-size: 12px; text-align: justify;">Avrupamerkezciliği yok etmeye çalışmak, Euromodernitenin tarihsel önemini silerek oluşturulmamalıdır. Sevelim, sevmeyelim, şu anda yaşadığımız dünya post-Euromoderndir. Yer küre yüzünde Euromodernitenin kendini tanımladığı çeşitli deneyim ve miraslardan oluşan modern-olmayan’ın çağdaş önemini yok saymak değildir bunu söylemek, fakat Euromodernitenin ürünleri olan farklı geçmişleri ortak tarihsel yüzeyde bir araya getirmek gerekliliğini vurgulamaktır. Bu küresel kapitalizmin meşrulaştırılmasında zaten yapıla gelen bir durumdur. Bu, aynı zamanda, küresel kapitalizme karşı verilen mücadelede de bir gerekliliktir; Euromoderniteyi kendini hapsettiği mahpushaneden özgürleştirme yolunu bulma umududur – küresel moderniteyi belirleyen kültüralist bölünmelerin üstesinden gelebilmenin ortak eylem düzlemini inşa etmek için de gerekliliktir. Euromodernitenin evrenselliği, farklı toplumsal ve kültürel miraslara bağlı olarak gözlenecekse, bu mirasların pürü pak bir biçimde bize aktarılmadığı, halihazırdaki güncel bakış açısı veya prizmalarla kırılıp bozularak günümüze ulaştığı gerçeğinin farkında olma gerekliliğimiz vardır, öyle ki, -- köktencilere göre tam da böyledir zaten-- evrenseller etik, kavramsal ve dilsel anlara bütünleştirilmişlerdir. Farklılıklardan yeni evrensellikler yaratma gereksiniminin farkında olmak, çağdaş küreselleşme bilincinin, bu bahsettiğimiz demokrasi ve toplumsal adalet mücadeleleri dalgasının içinde ifade bulmasıdır. Euromodernitenin bağlamında yeni ve teşvik edici olan, ulusala karşı konumlanan ve sınır ötesi ortaklıklara açık olan “yer” bilincidir. Burada bile, evrimleşen bir “çifte bilinçlilik” vardır: Bu bilinç toplumsal ve politik bir biçim arayışı içindedir. Kısa dönemde kaderi ne olursa olsun, bu mücadele hareketleri, politik gündeme, küresel modernitenin ulusal bölümlenme ile ilgili temel meselelerini yerleştirmiştir. Bu mücadele hareketleri, kalkınmanın insandışılığı sürecine karşı, günümüze kadar görülen en dramatik patlamalardır; –“insansız ilerleme” olarak tarihçi ve iyi dostum David Noble tarafından adlandırılan-- bu insandışı kalkınma süreci insan hayatını risk altına sokmakta ve nihayetinde insanlığın var oluşunu tehdit etmektedir. </span><br />
<br />
<strong style="background-color: white; color: #454545; font-family: Arial; font-size: 12px; text-align: justify;">Arif Dirlik, Eugene, OR, USA, Kasım 2011</strong></div>Medyapolitenhttp://www.blogger.com/profile/00332494631747202343noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-14463135.post-73427986336737523552010-11-28T23:54:00.003+02:002010-11-29T00:03:40.375+02:00 <br />
<div class="separator" style="border-bottom: medium none; border-left: medium none; border-right: medium none; border-top: medium none; clear: both; text-align: center;"><a href="http://2.bp.blogspot.com/_hUpd05xVfeU/TPLMhVAakqI/AAAAAAAAAr8/LNU5yBZxyBQ/s1600/Arif+Dirlik+Naipaul+Manset.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; cssfloat: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="141" ox="true" src="http://2.bp.blogspot.com/_hUpd05xVfeU/TPLMhVAakqI/AAAAAAAAAr8/LNU5yBZxyBQ/s200/Arif+Dirlik+Naipaul+Manset.jpg" width="200" /></a></div><div style="border-bottom: medium none; border-left: medium none; border-right: medium none; border-top: medium none;"><br />
</div><strong>Arif Dirlik :</strong> <em>Entelektüel Düşünce Zabıtalığına Dair Gelişigüzel Düşünceler</em> <br />
Çeviren : Veysel Batmaz<br />
<div style="border-bottom: medium none; border-left: medium none; border-right: medium none; border-top: medium none;"><br />
</div><span style="color: #073763;"><em>[Not: Bu yazı Birgün'de başka bir çeviri ile, adilmedya.com'da Veysel Batmaz çevirisi ile yayınladı: Aşağıdaki çeviri bir başka çevirmen tarafından </em>Birgün<em>'de yayınlandı: </em><a href="http://www.birgun.net/cultures_index.php?news_code=1290763578&day=26&month=11&year=2010"><span style="font-size: xx-small;"><em>http://www.birgun.net/cultures_index.php?news_code=1290763578&day=26&month=11&year=2010</em></span></a><span style="font-size: xx-small;"><em> </em></span></span><span style="color: #073763;"><a href="http://www.adilmedya.com/haber.asp?id=11586"><span style="font-size: xx-small;"><em>http://www.adilmedya.com/haber.asp?id=11586</em></span></a><em> ]</em></span><br />
<br />
Nobel ödüllü V.S. Naipaul üzerine İstanbul’da estirilen fırtınalı tartışmayı Pekin’deki odamda okurken üzerime derin bir elem çöküyor. Pekin, diğer bir Nobel ödüllü eleştirel entellektüelin on yıl hapis ile cezalandırıldığı bir kent. Liu Shaobo’nun söylediklerinin hiç birine katılmadığım, duruşunu paylaşmadığım gibi, Naipaul’un yazılarında yer alan bir yığın düşünceye de karşıyım. Yine de, her ikisi de eleştirtel entellektüeller; politik despotluğa karşı veya kuşkulu entellektüel türden baskıcılığa karşı ki, çoğu kez kendine yontan ortodoksluktan başka bir şey değildir bu tür entellektüalizm, cesaretle olumsuz sözler söylemekte duraksamıyorlar. Naipaul’a karşı yöneltilen laf-ı güzaf saldırı ve istismarı, Liu’ya uygulanan politik hapislikle karşılaştırma niyetinde olmadığım halde, her ikisine yapılanın küresel bir eğilim olduğuna dair göstergelere sahip bulunduğumuzu düşünüyorum: Eleştirel akla, demokrasiye ve temel insan haklarına bağlılıktan ilham alan politik karşıtlığın küresel olarak baskılanması eğilimi, ister politik istikrar, isterse kültürel yeganeci istisna duygusu adına yapılsın, küresel olarak yaygınlaşıyor. <br />
<br />
<br />
<br />
Bu iki insanın içinde bulunduğu durum hiç de yeni bir şey değil. Eleştirel entellektüel çaba, her zaman politik baskıya veya düşünce zabıtalığına, özellikle de dinsel türüne karşı korunmasız olagelmiştir. Fakat bu baskı değişik tarihsel dönemlerde değişik biçimler almaktadır. Bizim zamanımız, gerici anti-entellektüalizmin kendi özel biçimine sahiptir; yüzyıllardır eza cefa içinde çetin mücadelelerle elde edilmiş olan entellektüel hürriyet, akılcı düşünüş ve kültürel demokrasi kazanımlarını geri döndürmeye eğilimlidir. Bir de sözü edilmeye değer olan zamane olgusu, bu eğilimin global olduğudur; ABD’deki Bush çetesi ile (ki bugünlerde Sarah Palin ile iyice karikatürleşmektedir), Çin’deki Konfüçyanizm’e (ki Kanfüçyüs Enstitüsü ile karikatürleşmektedir), oradan da İslamcı ve Hindu köktendincilerine, hatta Hilmi Yavuz gibilerine kadar (ki karmaşık geleneklerin temsilciliğine soyunmuş bir dizi karikatür olarak) uzanmaktadır.<br />
<br />
Eleştirel aklın baskılanması yeteri kadar acı vericidir. Daha da acısı ve elem verici kısmı, bütün bu küresel baskılar inşa edilirken, eleştirel entellüktüellerin bizzat rol aldığı kısmıdır. Naipaul’un durumu bu noktaya güzel bir örnektir. Naipaul ilk önce, doğru ya da yanlış “oryantalizm” teziyle ki bu tez onun da hilafına postkolonyal eleştirinin temel metni haline getirilmiş olan Edward Said tarafından acımasızca eleştirilmişti. Daha sonra Avrupamerkezciliğinin postkolonyal söylemdeki eleştirisi tarafından ikame edilecek olan Oryantalizmin ve onun Aydınlanma düşüncesi içindeki kökenlerinin eleştirisi postkolonyal kapitalizmin neokolonyalizmine yapılan eleştirel karşı çıkışın temel basamağı olmuştu. Said, Naipual’un yaptığı İslam üzerine yaptığı sözlerini ve tavrını eleştirmişti. Said aynı zamanda artık global entellektüel değerler haline gelmiş olan Aydınlanmacı Avrupa değerlerine (akılcı ve eleştirel düşünceye) gönülden bağlıydı ve İslam’ın eleştiri dışında bırakılabileceğini düşünmüyordu. Bir çoğumuzun olması gerektiği gibi tamamen farkındaydı ki, Avroamerikan entellektüel ve kültürel hegemonyasına karşı girişilen eleştiri, hiç bir şekilde, İslam’ın, Hinduizm’in veya bugünlerdeki Konfüçyanizmin ve geçmişten devralınan kültürel geleneklerin, ki Hıristiyanlık bunların başında gelir, eleştirisine göz kapamamalıydı.<br />
<br />
1980’lerin başında, belki biraz daha önce, gerçek hayatta yaşanan emperyalizmin sürdürülmesi olan Avrupamerkezciliğe karşı yapılan solcu eleştiri entellektüel sağ tarafından sahiplenildi. 1980’lerin “kültürel dönemeci” diye bilinen olgusu, Sağ ve Sol’un suç ortaklığına başlamasını işaret ediyordu. Sağ (kendi devrimci geçmişlerine artık sırt dünmüş olan sosyalist ülkeler de dahil) Avrupamerkezciliğin eleştirisini, kendi düşünce zabıtacı kültüralizmine, kültürel meselelerin ekonomik ve politik egemenlik sorunlarından bağımsız ele alınmasına ve parçalarından biri olmaya can attığı global kapitalist ekonomi ile birleşme sonucu eriyip gidecekleri korkusunu yenmeye yarayan hayali kültürel gelenekleriyle oluşturdukları kimliklerine bir bahane haline döndürmüştü. Sağ’daki bu yeni entellektüel fışkırmanın içinde varolan şaşırtıcı çelişkiye karşı Sol umarsız bir hale gelmişti, hâlâ da öyledir. Oysa, Avrupamerkezci hegemonyaya karşı eleştiri, Avrupalılar tarafından unutturulmuş, silinmiş, mazide bırakılmış olan kültürel mirasları kurtarmak ama onları yeniden diriltmek için değil, tam tersine, insanın demokrasi, hürriyet, sosyal ve ekonomik adalet için verdiği devrimci mücadeleler içinde geleceğine ilişkin yeni yollar düşünmesine pencere açmak olarak, zaten Frantz Fanon gibi entellektüellerde çok açık olarak varolan bir şeydi. Bu ekonomik ve politik devrimci mücadelelerin ateşi 1980’lerde söndükçe, geriye kimlik politikaları ve yönetişimsel-işletmeci çok-kültürcülük kaldı ki bu, ironik bir biçimde sağ-kanat düşünce zabıtacılığını kabak gibi ortaya çıkardı.<br />
<br />
İslam konusundaki önyargılı düşüncelerine karşın, ki bunlar bütünsel olarak göz ardı da edilemezler, Naipaul çok büyük bir yazardır, postkolonyal durumlara karşı yöneltilmiş keskin gözlemleri vardır ve Sol bu tür bakış açısını uzun zamandır göz ardı etmiştir. Bütünlüğü içindeki düşüncelerine toptan karşı çıkanlar, eğer eleştirel düşünceye en ufak bir saygıya sahipseler, bir yazarı çarmıha germeye veya duymak istemediklerini söyleyenleri baskı altına almaya kalkışmamalıdırlar. Görünüyor ki, Naipaul İstanbul’a gelmekten de vaz geçmiştir. Bu durumu yaratanların verdiği utanç, bu entellektüel rezalet bütün Türkiye’ye sarmaya başlayacaktır.<br />
<br />
Hegel’den bahsederken Marx, tarihte olayların iki kez olduğunu, birincisinde trajedi, ikincisinde komedi olarak sonuçlandığını söyler. İslamın oryantalist tanımlarına karşı çıkmak için oryantalizmi kuşanmak oldukça komedidir. Sadece komedi değil, ikinci kez trajiktir de aynı zamanda: Eleştirel düşüncenin faşistçe bastırılmasına çanak tutanlar, bastırdıkları kişilere karşı, kendilerinin mağdur olarak maruz kaldıkları için eleştirdikleri aynı suçu işlemektedirler.<br />
<br />
Arif Dirlik<br />
25 Kasım 2010<br />
Tsinghua Üniversitesi<br />
Pekin<br />
<br />
<strong>Meraklısı için enformasyon:</strong><br />
Naipaul İstanbul'a gelmedi <br />
<a href="http://proje.hurriyet.com.tr/bbcnews/bbcview.aspx?HaberID=7654388&habertip=planet">http://proje.hurriyet.com.tr/bbcnews/bbcview.aspx?HaberID=7654388&habertip=planet</a> <br />
Hakkında; 'O gavur gelmesin' denilerek kampanya açılan Hint asıllı İngiliz yazar V. S Naipaul yarın İstanbul'da başlayacak Avrupa Yazarlar Parlamentosu'na katılmaktan vazgeçti.<br />
İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı tarafından etkinliğin onur konuğu olarak davet edilen Nobelli yazar Naipaul İstanbul'a gelmekten vazgeçti.<br />
Edebiyat eleştirmeni Hilmi Yavuz, 25-27 Kasım tarihleri arasında İstanbul'da düzenlenecek Avrupa Yazarlar Parlamentosu'na katılacak olan Naipaul'un Müslümanlarla ilgili parazit, gerizekalı gibi açıklamaları olduğunu belirtmiş ve İngiliz yazarı İslamofobiye meşruiyet kazandırmaya çalışmakla eleştirmişti.<br />
Yavuz'un eleştirilerini destekleyenler olduğu gibi, karşıt görüşte olanların da bulunduğu ortamda, İngiliz basınında bir iddia ortaya atıldı. Evening Standard gazetesi, Naipaul'ün Türkiye'ye gelmeyeceğini yazdı. Haber sabah saatlerinde doğrulandı ve resmi olarak Naipaul'ün İstanbul'a gitmeyeceği duyuruldu.<br />
Yükselen tepkiler üzerine etkinliği düzenleyen Avrupa Yazarlar Parlamentosu yetkilileri Naipaul'a İstanbul'a gelmesinin doğru olmayacağını aktardı. Eğer Naipaul gelmekte ısrar ederse davetin geri çekileceği öğrenildi.<br />
<br />
NAİPAUL'UN SÖZLERİ<br />
<br />
Naipaul, Hindistan kökenli bir ailenin çocuğu. Oxford'da okuyan Naipaul, 1990 yılında İran, Pakistan, Malezya ve Endonezya'ya giderek incelemelerde bulundu. Bu gezilerinden bir yıl sonra İngiltere Kraliçesi'nden soyluluk unvanı alarak 'Sir Vidiadhar' adını da aldı. <br />
<div style="border-bottom: medium none; border-left: medium none; border-right: medium none; border-top: medium none;"><a href="http://1.bp.blogspot.com/_hUpd05xVfeU/TPLMZTjiq6I/AAAAAAAAAr4/-zw8wesiSAw/s1600/Arif+Dirlik+Naipaul+Birgun.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; cssfloat: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"></a>Naipaul'un Batı'nın gözüyle Doğu'yu ve meselelerini ele alan yaklaşımı, bir başka ifadeyle oryantalizmi birçok kesim tarafından eleştirildi. 2001'de Nobel Edebiyat Ödülü'nü alan Naipaul, kitaplarında Müslümanları 'gerizekalı', 'yaratıcı olamayan', 'hiçbir şeyi başaramayan bir güruh' olarak tanımladı. İslamiyet'te yalnızca olumsuzluk gören Naipaul bir eserinde "Bu din, bütünüyle yararsız, bir coşku uyandıran bağnazlık dinidir" dedi. <em><span style="color: #274e13;">(EmekDunyasi.Net)</span></em></div><div style="border-bottom: medium none; border-left: medium none; border-right: medium none; border-top: medium none;"><br />
</div><div style="border-bottom: medium none; border-left: medium none; border-right: medium none; border-top: medium none;"><br />
</div><br />
<br />
<div align="left" class="separator" style="border-bottom: medium none; border-left: medium none; border-right: medium none; border-top: medium none; clear: both; text-align: center;"></div><div class="separator" style="border-bottom: medium none; border-left: medium none; border-right: medium none; border-top: medium none; clear: both; text-align: center;"></div>Medyapolitenhttp://www.blogger.com/profile/00332494631747202343noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-14463135.post-63567639786254998352010-02-28T16:39:00.000+02:002010-02-28T16:40:35.130+02:00GİFTOS KARPANTİYAN’IN ÖLÜMÜ ve AKADEMİLERİN DOĞUŞU<br /><br />Prof. Dr. Veysel Batmaz<br /><br />28 Şubat’ın 13. yıldönümünde, iki mağdur, Necmettin Erbakan ve Şevket Kazan, 28 Şubat’ın bir daha yaşanmaması için askerin ve yargının eğitilmesi gerektiğini ileri sürdüler.<br /><br />Önerilerinin farklı meslek gruplarına yönelik aynı amaçlara sahip olmasına karşın aralarında önemli bir fark daha vardı: Kazan, 28 Şubat 2010’da bir televizyon kanalında, yargıçların ve savcıların da aynı Harb Akademileri gibi bir “Yargı Akademileri” sürecinden geçerek “kurmay” hakim olmaları gerektiğini ve bunu Adalet Bakanı iken önerdiğini ve o şekilde “dolu dolu” hakim olunursa, yargının siyasallaşmasının önüne geçilebileceğini söylerken, hocası Erbakan, bir iş adamları derneğinin toplantısında 27 Şubat 2010 günü yaptığı bir konuşmada, “şimdi tekrar iş başına geldiğiniz zaman tekrar size müsaade etmezlerse ne yapacaksınız? Bunun için askerimizi eğiteceğiz. Darbelerin hiçbir fayda getirmediğini, askerlerimiz de bu vatanın evladı, gözleriyle görüyorlar. Kendilerine milli görüşü anlatacağız, tanıtacağız. Ben vaktiyle kendilerine pek çok konferanslar verdim.” vurgusu yaparak, askerlerin de kurmaylık üzerinde eğitime ihtiyaçları olduğunu söyledi. (Bkz: <a href="http://www.aktifhaber.com/news_detail.php?id=274545">http://www.aktifhaber.com/news_detail.php?id=274545</a>)<br /><br />Ben bu iki 28 Şubat mağduruna ekleme yapmak istiyorum: Gazeteciler de (tüm medya çalışanlarından bahsetmiyorum), yasama organlarında çalışanlar da (siyasetçi ve milletvekillleri olacaklar da) benzer kurmay eğitiminden geçmeleri gerekiyor. Kısaca Erbakan ve Kazan’ı önerilerini de kabul ederek, şöyle bir yeni Anayasa hazırlayabiliriz. Asker, yargı mensubu, gazeteci ve siyasetçi, görevlerini üst kademelerde devam ettirebilmek için (ordu komutanı, sarı basın kartı sahibi ve gazeteci imtiyazı almak ve birinci derecede hakim ve savcı olabilmek ve milletvekili seçilebilmek için) kendi konularında aynı Harb Akademileri türünden kurulacak bir uzmanlık eğitiminden bilfiil (okuyarak ve sınava girip sertifika alarak) mezun olmakla yükümlü tutulmalarını gerekli kılan bir anayasa maddesi oluşturabiliriz.<br /><br />Yeni Anayasa döneminde siyasetin dört kuvvetinde (yargı, yürütme/asker, yasama ve medya) kendi kurumlarının oluşturacağı mesleki yapılanmanın gereklerini yerine getiren bir “akademiler oluşumuna” hazır olmak zorundayız.<br /><br />****<br /><br />Bu “dam üstünde saksağan” misali önerileri niçin yazıyorum?<br /><br />Yazıyı yazdığım tarih 28 Şubat 2010; YÖK kurucusu, 12 Eylül faşist cuntasının “yüksek öğretim bakanı” İhsan Doğramacı’nın (sevmediğim medyatör Emre Kongar’ın sevdiğim yakıştırmasıyla –Bkz: Hocaefendinin Sandukası-- Giftos Karpantiyan’ın) defin töreninde, darbelere karşı olduklarını ağızlarını her açtıklarında haykıran üç kişinin (Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genel Kurmay Başkanı) tabut başındaki kolkolalıklarını ve fiskoslaşmalarını görünce, ülkenin en acımasız darbe yönetiminin unutulmaz siması merhum İhsan Doğramacı’nın üniversiteleri nasıl yok ederek, yeni darbe planlarının yapılabilmesi veya karşı planlarının rahatlıkla imal edilebilmesine yol açan 12 Eylül sürecinin 13 yıl önceki 28 Şubat’ının gerçek mağdurları Erbakan ve Kazan’ın sorunların derinlerini göremeyen önerilerini duyurmak ve katkı sağlamak için.<br />Bu ülke kömür madenlerinde grizu patlaması sonrasında ortaya çıkan grotesk bir cesetler yığını ve curufat haline dönüştü.<br /><br />Gördüğümüz ilk resim şu: 12 Eylül’ün darbeci cuntasının üniversiteleri yok ederek yerine medyayı ikame etmesi sürecinin mimarı olan İhsan Doğramacı Paşa’nın tabutu başında biri muvazzaf, ikisi sivil “darbe karşıtı”...<br />Yurdum insanları bu resme angut angut artık “normalleşiyoruz” diye bakarken, ikinci resimde demokratik açılımcı “normalleşme”nin sadece “ileri (advanced) eğitim” ile (yargıya ve askere ileri eğitim vererek) olabileceğini ileri süren bizzat kendileri, her iki kanattan da (28 Şubat neo-liberal darbesi ve AKP bölünmesi sonucunda) asker-sivil paşa’ların mağdurları Erbakan ve Kazan...<br /><br />Bir üçüncü resim de şu, aslında bir resim değil bu, ayna: mahşerin dört atlısı “yargı-yasama-yürütme-medya”nın sadece ve sadece üniversite üstü bir “ileri kurmay” eğitimi süreciyle “demokratik, sosyal bir hukuk devletine” erişebileceğimiz noktasına getiren sürece sinkaf eden bir yığın gerçek mağdurların kendilerinde gördükleri şaşkınlık. Herkes, ayna-resme baktıkça, “gördüğüm ben değilim” diyor.<br /><br />Bu üç güncel suret-i hakikât, artık iyice dumura uğramış duyu organlarımızın son çırpınışlarındaki tarihsel sinir uçlarını da uyuşturuyor.<br />Ne Başbakan’nın “kovun şu köşe yazarlarını” dediğindeki derinliği kavrıyoruz (ki ben tamamıyla hak veriyorum Başbakan’a, 2001’den bu yana... Bu konuda kitaplarıma ve “Medya Müsveddelerinin Geveze Tüccarları Çökertiyor Bu Medyayı” <a href="http://vistilefakademik.blogspot.com/2009_06_21_archive.html">http://vistilefakademik.blogspot.com/2009_06_21_archive.html</a> ve “Yıldo Demokrasisi Vergi Kıskacında”-- <a href="http://vistilefakademik.blogspot.com/2009_09_27_archive.html">http://vistilefakademik.blogspot.com/2009_09_27_archive.html</a> -- başlıkları ile BirGün’de yayınlanan iki yazıma bakabilirsiniz).<br />Ne Erbakan ve Kazan’ın yargı ve askere’e “ileri eğitim” önerisindeki 12 Eylül’ün sebeb-i hikmetini sorguluyoruz.<br /><br />Ne de Giftos Karpantiyan’ın, nam-ı diğer sureti, YÖK ile üniversiteyi yok eden silüetinin canlılığı ile, “kör ölür yeşil gözlü olur” demekten başka naçar kaldığımız İhsan Doğramacı’nın karşısında suskun kalmamızı açıklayabiliyoruz. Oysa, “şen bilim”i öldürmüştü o... sadece üniversiteyi, 1402’likleri değil. Bari, darbelere karşı çıkanların darbeci bir profesörün cenazesine gösterdikleri ihtimama koşut olarak, İhsan Doğramacı’yı, Hacettepe Üniversitesi Rektörü olduktan sonra, “ilk senato toplantısından sonra, rektör olmak özgür bir üniversitede ne demekmiş onu anladım” deyişiyle anımsasak.<br /><br />Çok uzun yıllar geçti artık. Uyduruk pozlama ile çekilen resimler canlılıklarını kolay kaybediyorlar. Ülke ve hafızamız da aynı hızla silikleşiyor. Darbecilere ve darbeci cenazesinde saf tutup, “darbeci merhumu iyi bilirdik” diyen darbe karşıtlarına karşı olmamız gerekmiyor mu? Bu suret-i hakkın hafıza fluluğunda, normalleşmeler ve açılımlar hayırlara vesile olur, parlatır bizi inşallah.Medyapolitenhttp://www.blogger.com/profile/00332494631747202343noreply@blogger.com3tag:blogger.com,1999:blog-14463135.post-74464618985355941212009-11-29T20:48:00.004+02:002009-11-29T20:59:42.427+02:00<a href="http://2.bp.blogspot.com/_hUpd05xVfeU/SxLDnMlN1XI/AAAAAAAAAnA/6Bqc12Et6CU/s1600/Tekin+SonMez.jpg"><span style="color:#006600;"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5409601180585022834" style="FLOAT: left; MARGIN: 0px 10px 10px 0px; WIDTH: 266px; CURSOR: hand; HEIGHT: 400px" alt="" src="http://2.bp.blogspot.com/_hUpd05xVfeU/SxLDnMlN1XI/AAAAAAAAAnA/6Bqc12Et6CU/s400/Tekin+SonMez.jpg" border="0" /></span></a><span style="font-size:180%;color:#006600;">Tekin Sönmez’den <em>Yansıma</em>’lar...</span><br /><strong><span style="color:#ff0000;">Söyleşi:</span></strong> <strong>Prof. Dr. Veysel Batmaz</strong> <div><div><br /><em>Tekin Sönmez ile tanışıklığım </em><strong>Yansıma</strong><em> günleriyle başladı. Ayda 9-10 bin net satışıyla</em> <strong>Yansıma</strong><em>, 12 Mart faşizmi sırasında direnen,</em> <strong>Varlık</strong><em> ile birlikte iki edebiyat dergisinden biriydi. Ben de o dergide yazarlık hayatına başladım ve ilk yazılarımı “Mehmet Veysel” imzasıyla orada yazdım. Aynı zamanda derginin ilk on beş sayısının “hamallığını” da kısmen üstlenmiştim. Tekin Sönmez, o yıllarda, hem bir kavga şairi olarak, hem de bir çok edebiyat insanına o en boğucu zamanlarda seslerini haykırabileceği bir dergi yaratan ve toplumsal savaşımın bitmediğini gösteren bir editör olarak oldukça ağır ve meşakkatli bir görevi yerine getirdi. Bedelini de ödedi. Genç kuşakların Tekin Sönmez adını daha iyi bilmeleri gerekiyor. Bu, hem 12 Mart ve 12 Eylül günlerinin direnişçi bir edebiyat insanını keşfetmek, hem de son yıllarda Tekin Sönmez’in kendi külliyatına eklediği yeni biçim ve biçemlerin içinden tarihsel ve güncelliğin nasıl yakalanacağını öğrenmek demek. Onunla yaptığım bu söyleşi, bu yansımaları suyun yüzüne vuruyor:<br /></em><br /><strong>V. BATMAZ- <em>Şair ve romancı olarak Tekin Sönmez’in 12 Mart ile başlayan serüvenini genç yazar ve okurlara nasıl anlatırız?</em></strong></div><br /><div><strong>T. SÖNMEZ-</strong> Nerede ise kırk yıl sonra bu söyleşiyi yapma şansını bulduğum Sevgili Mehmet Veysel, ‘12 Mart ile başlayan serüven,’ diye bir ayraç veriyor. Arkaplana girmeden kısaca; Ant ve Türk Solu dergilerinde şiirlerim yayınlanıyordu. Bunlardan birisi (1968) dava konusu oldu ve aklandım. Bu sırada Asım Bezirci’den kısa bir mektup aldım. ‘Siyasal İktidar Sanata Karşı’ adlı kitap için Çetin Yetkin’in bu dava ile ilgili benden belge istendiğini yazdı. Bu tanışmadan sonra A. Kadir, Rıfat Ilgaz, E. Behzat Lav, Hasan Hüseyin, Bedrettin Cömert, Metin İlkin gibi yazarların katılacağı Gelecek Dergisi hareketine, Asım Bezirci’nin bir mektubu ile çağrıldım.<br />O dönem şiir seçici kurulunda Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın da bulunduğu TRT ödülleri açıklanmıştı. Bin iki yüz dolayında şiire karşı koşu parkuranı çıkan ‘Sarıkamış’ ve ‘Şafağın Demircisi’ adlı ikiliden, ikinci şiirimle başarı ödülü almıştım, Oktay Kurt Böke (1970) Cumhuriyet’te yayınlamıştı. Coşkuluydum! </div><br /><div>Bu sevinçle Gelecek Dergisi buluşmalarına (1971 Ocak Şubat-Mart, Nisan aylarında) katıldım. Dergi ortada yoktu. Haftada bir akşam buluşuyor, çay içerek konu gündemi oluşturuyorduk. Hasan Hüseyin ve Bedrettin Cömert Ankara’daydılar beride andığım isimlerle birlikte Tünel’e yakın bir evde Gelecek Dergisi hazırlandı. İlk düzyazım burada yayımlandı. Dergi, dört sayı sonrası askeri sıkıyönetimce kapatıldı, saygı ve sevgi anıları oluşturan o insanlarla bir daha bir araya gelemedim.</div><br /><div>Bireysel bir çıkıştı benimkisi; hemen o güz Yansıma’nın tasarımını yaptım ve 25 cumhuriyet lirası akçe ile kağıt, basım giderlerini karşılamak üzere çıktım yola ve (Ocak 1972) ilk sayısını yayımladım. Ankara’dan bu kez C. A. Kansu, H. Hüseyin, B. Cömert önerime sıcak bakmış ve ilk sayı ile katılmışlardı. Yansıma yazar kadrosu ve Yansıma çalışanları yoktu. Rıfat Ilgaz anılarını yazdı, Kerim Korcan öyküleriyle katıldı. Hür Dağıtım ile ilk başlarda anlaştım fakat satış sayısı onlara az geldi ve bıraktılar. </div><br /><div>Dağıtım da bana kaldı. Taşradan istekleri de ben paketliyor, PTT’ye götürüyor, Dergi omuzumda Cağaloğlu’ndan, Karaköy İskelesi’ne, Taksim’e, Kadıköy’e dek satıcılara taşıyor, iadeleri yükleniyor bir ay sonra labirentten çıkıyordum. </div><br /><div>Bu arada yeni sayı girişimleri, yazışmaları, sekreterya işlerini, sırasında sabahlara dek çalışarak tek başıma yürütüyor, kimileyin matbaalarda sabahlıyor, bir yerden ötekine koşuyordum. Dergiye bir Yılmaz Güney yazısı nedeniyle dava açıldığı gün, sorumlu yazı işleri müdürümüz alı al moru mor ağlayacak gibi geldi. ‘Duruşmada, Tekin Sönmez bu yazıyı bana göstermeden yayınlamış dersin, olur biter, cezasını ben çekerim,’ dedim ve onunla da yollarımız ayrıldı. Yollar ayrılmakla bitmez! En verimli yıllarımdı, yayınlamada ve insan/yazar ilişkilerinde dikkatliydim fakat her açıdan risk vardı. Neden yayınlamadın, neden yayınladın gibisinden editör olarak teke tek yazarlarla sorun çıkıyor, matbaa, kağıt, bir sonrası dergi için satıcılardan geri dönmeyen bir lira bile durup dururken risk oluşturuyordu. Evet! Yansıma benim için de bir insan tanıma okulu oldu ve bu ‘yaşam, yapıt, yazar’ üçgeninde eriştiğim bilgiler klasik her yazarın yaşamında olması gereken birikimi ve değişmez nirengi noktasını da oluşturdu. </div><br /><div>Arkaplan özel yaşamımda dört yaşında kızım, eşimin ilk evliliğinden olan on yaşında oğlu ile dört kişilik problematik bir aile konumu da vardı. Edebiyatıyla sosyal çevreler ve değindiğin gibi Türkiye yılgı içindeydi ve büyük bir dağınıklık yaşanıyordu. </div><br /><div>O günlerde seninle birkaç öğrenci Yansıma izleyicisi olarak beni buldunuz. Hepinize, benzer ‘ne olursa, yazın’ klasik önermemi yaptım. Onların içinden ilk tanıtım yazısı da senden geldi. O günlerde Van’dan Rıza Zelyut, Adapazarı’ndan Necati Mert, Sivas’tan Mustafa Balel, Trabzon’dan Ahmet Özer, Turgutlu Manisa’dan Erol Çankaya, Burhan Günel gibi bir çokları da sonra yollar ayrılsa bile sanırım hemen ilk denemeleriyle Yansıma’ya geldiler.</div><br /><div>Günümüz Türk Öykü Özel Sayısı ile hızlandık, Vietnam Sanatı Özel Sayısı, Sabahattin Ali Özel Sayısı, Günümüz Türk Şiiri Özel Sayısı, bu sürede Nazım Hikmet İnceleme ve bir de şiir yarışması düzenledik. C. A. Kansu ve Bedrettin Cömert şiir seçimi yaptılar. Bende yarattığın güven duygusu ile bu dosyaların ilk elenme çalışmalarında senden yardım aldığımı söylersen şaşırmayacağım Sevgili (Mehmet) Veysel Batmaz.</div><br /><div><strong>V. BATMAZ- <em>Son kitapların roman, ama aynı zamanda Jungien alogorilerle örülü şiir tadında. Ben onlara yazının “arkeolojisi” diyorum. “Tekin Sönmez” adıyla Türkiye’nin en önemli şairlerinden biri olarak son kitaplarınla ilgili benim sorguladığım önemli bir sorun var: Neden kendi adını bu yeni kitaplarda “SonMez” olarak kodladın? Kitap adları neden biraz gizemli ve şifreli? Açımlar mısın?</em></strong></div><br /><div>T. SÖNMEZ- Bu bir sorun değil. İnternet dizgeleriyle ortaya çıkan teknik gelişmeler, İngilizce’de olmayan (ö) harfini kullanımsız kıldı. Böylece, ‘Sönmez’, e-post adreslerinde kendiliğinden ‘Sonmez’ oldu. Bu zorunluluk bir ikilik yarattı. Bunu rasyonel kılmak, ikiliği ‘makul’ bir ortak payda altında toplamak için (m) büyük (M) boyutuna ulaştı. Eskiyle düşünsel bir yol ayrımı simgesi de değil, ‘taklitlerinin’ çoğaldığı ‘Sönmez’ soyadlarından bir açıdan ayrışma kolaylığı ortaya çıktı.</div><br /><div><strong>V. BATMAZ- <em>Türkiye’deki edebiyata hep yeni bir şeyler verdin. Dergi, şiir, gazete söyleşisi, deneme ve roman... Hele son romanların hem bir belgesel niteliğinde hem de kurgusal olarak öncü bir edebiyat niteliğinde. Her kitapta yazının açıklamasını da yapıyorsun. Okurlara seni nasıl okumalarını öneriyorsun?</em></strong></div><br /><div>T. SÖNMEZ- ‘Son kitapların roman, aynı zamanda Jungien alogorilerle örülü şiir tadında. Ben onlara yazının “arkeolojisi” ve ‘..kurgusal olarak öncü bir edebiyat niteliğinde,’ olduğunu söylediğin romanlarım için ‘okurlara ne tür okuma önerisi’ vereceğim? Şöyle ki bir örnek vereceğim; Hindistan ve Güney Amerika ilk gezginlik (1990-91) ardılı, Berlin Kültür Senatosu’nun konukluğu ile (1992) orada yazdığım ‘Söylence Berlin.’<br />25 bin DM’yi bir hayat kadınına ödeyerek kağıt üstü evlikle Almanya’ya giden ve orada yeterli süre dolmadan bu kadının onu terk etmesiyle çoğu yerde Berlin polisinden kaçan Erol; ‘Tekin Ağabey bu romanda kendimi buldum,’ dedi. Neden? Üstelik ben Erol’u tanımadan önce yazdım bu romanı </div><br /><div>Evet, hem Almanya’da hem Türkiye’de ‘öteki’ rolü almış kişilerle renklenen, yaşam düzeyi ile bir ayağı Anadolu, öteki ayağı Berlin olan, bir yanı Kuzey söylence metaforlarına dayalı, öteki yanı Anadolulu öykü betimlemeleriyle de kadın/erkek ilişkilerine Alman/Türk varyantlarıyla sokulan, Almanya’da kentli, Anadolu’da köylü bireyi canlandırmak üzere fakat getto kültürlü alt/dil tekniğine başvurmadan; mektup, saga, deneme, öykü, anı türlerini de içinde barındıran sarmal bir roman olduğu halde; ‘kendimi bu romanda buldum,’ diyen okuru da gereksinen romanlar vardır.</div><br /><div>Metin içi okumalar paralel olsa bile birkaç ayrı kulvarda koşu isteyen romanlardır bunlar. Kent, her kent kendi varoluşuyla farklı bir yaşamsal algı gerektirir, hem bireyini yaratır hem de her kent her birey için farklı algı dağarı verir ki, Berlin’de yaşamak romandaki gibi fantastik realistik bir (kompleks) algı zorunluğu gerektirir. Evet, Berlin’i yaşamayan birey de Söylence Berlin ile bağ kurabilir. Yeter ki bir roman ütopik/nesnel yanıyla kendi romansına yakın düşen romantik okurunu bulsun ve şöyle ya böyle o yaşam parçasıyla bir bağ kurulsun aralarında. Modern bir kentte Wagner rolü ile görev alan dedektif Rudolf neden bu rolü üstlenir? Okur, romandan önce Wagner’i tanımasın mı? Başa dönersem, her roman her okur için değildir. </div><br /><div><strong>V. BATMAZ- <em>Türk romanı son yıllara önemli uluslararası başarılara sahip oluyor. Ancak ilginç olan, bu başarının ardındaki “çeviri” bir edebiyat. Hani anakronik olarak alay edersek, “Türk aydını tercüme bürosundan doğmuştur” misali, günümüz Türk romancısı da başarıyı çeviri ile elde ediyor. Bu romanlar, müeliflerinin söylediklerine göre ilkönce İngilizce yazılıyor, sonra onun Türkçesi çeviri olarak yayınlanıyor. Orhan Pamuk ve Elif Şafak’tan söz ediyorum. İçlerinde bol miktarda da “maddi hata” var bu romanların. Bu gelişmeleri nasıl yorumluyorsun? Edebiyata neler katıyor bu “başarı” olgusu? Senin “edebiyatın” bu anlamda nerede duruyor?</em></strong></div><br /><div>T. SÖNMEZ- İlginç bir gözlem ve karşılaştırma benim için Sevgili Veysel. Çok farklı bir dünyada yaşıyoruz! Tolstoy gibi, Zola gibi, Dostyevski gibi yaşamadan, yazılan ‘çakma’ romanlar vardır. ‘Senin ‘edebiyatın nerede duruyor,’ bir anlamda ‘yazarı olarak sen nerede duruyorsun,’ der gibisin! Ben yazar, yaşam ve yapıt üçgenini zorunlu görürüm roman sanatında. Hindistan kazan ben kepçe, ‘BenAras’ iki kez uzun süreler yaşayarak orada yazdığım bir roman. Berlin konukluğumda ‘BenAras’ı yazmak için masaya oturdum, fakat ‘Söylence Berlin’i yazdım. Şaşırdınız mı? Hindistan’a turistik gezi yaparak, Hindistan romanı yazılmaz. Kars’a turistik gezi yapılarak Kar/Kars yazılmaz. Stockholm’e turistik gezi yapılarak ‘Çıplak Viking’ yazılmaz.<br />Adlarını anarak, romanlarında “maddi hata var,” dediğiniz yazarlardan birisi, Hintli sevgilisi ile Hindistan haberleri veriyor ve olası ki Hindistani bir roman peşinde koşuyor. New York’da, Harlem’de Colombus Üniversitesi Kampüsünde eşi ile birlikte konuğu olduğum ve patatesli tavuk ikram edilen üç kişilik o akşam yemeği sırasında kendiliğinden sunduğu bir öneri üzerine, ondan birkaç yıl sonra bu öneriyi anımsatmak için Nişantaşı’nda kendisini ziyaret ettiğimde, (verdiği öneriyi unutarak); sordu; ‘Hindistan’a nasıl gidiyorsun? Seni orada, havaalanında birileri bekliyor mu,’ dedi. ‘Kimse beklemez! Uçaktan inip elimde harita, lokal araçlarla tek başıma kente girer ve günde bir dolar ödeyebilen küçük bütçeme göre bir posado ararım,’ yanıtı aldı benden.<br />Şu var, Sevgili Mehmet Veysel, Hindistan’ı çarıklarınla arşınlayacak o evrensel acıyı yaşayacaksın! Hintliler seni görünce yaşamsal kılgısal algı açısından seni hint fakiri sanacaklar ve senden, bulunduğun yerdeki bir sokak, tapınak, bir cadde adresini Hint dili ile soracaklar. O zaman Hintli sevgilin olmadan Hindistani bir roman peşinde koşabilirsin. Ben, ‘BenAras’ı ilk gidişim 1990’ da yazmaya başladım, ikinci gidişimle (1997) tamamladım ve on yılı aşkın süre aldı. Bakın, diyorum ki bugüne dek gerçek bir ‘Söylence Berlin’ romanına, Tekin Sonmez’den başka hiçbir romancı imza atamadı. ‘Çıplak Viking,’ Stockholm’de yazılan roman da böyle. ‘Marissa Epos,’ Mannheim’de ırmak kıyısına makinemi bırakıp ilk sayfalarını yazdığım roman da öyle.<br />Evet! Dil yetisi, dil sezgisi ve dağarı, teknik avadanlıkların kullanılması, metaforlar, kurgu, kişilerin dinamik bir kulvarda capcanlı ötekileriyle yarışır gibi fakat kendi rollerini de unutmadan koşadurması ve bu tür paralel saydam kulvarlarda koşan insanların birbirlerine geçişmeyerek yine de yaşamsal algı sarmalında konuşmaları, diyalog kurmaları, sevişmeleri, çocuk sahibi, mal mülk sahibi olmaları elbette her romanda söz konusudur, salt yaşam da yetmez yazmaya.. evet..fakat.. fakat yaşamadan yazmak, taşıma su ile dönen değirmene benzer, derim, ben. Şimdilerde, ‘çakma romancı’ diyorlar onlara.</div><br /><div><strong>V. BATMAZ- <em>“Türkçe” konusunda neler söyleyeceksin? Bir çoklarının tersine Türkçenin evrensel bir dil olduğunu ileri sürüyorsun? Neye dayanarak?</em></strong> </div><br /><div>T. SÖNMEZ- Bir başyapıtta siyasa olsun olmasın ikilemi değil, yazmanın ilk ilkesi sözlü dil de değil ‘yazın dili’dir. Bana ikinci okul olan dünya gezginliği, ‘yazın dili’ konusunu bir nirengi noktası olarak yine önüme getirdi. Guatemala’ya yerleşmek ve İspanyolca yazma fikri çekimli gelmişti o günlerde. Epeyce de zorlandım! Ana/dil, baba/dil, sömürge/dili (Güney Amerikada İspanyolca, Afrika’da, Ordadoğu’da Arapça) ne olursa olsun; kişi bir dilde yazınsal metinlerle yaşamaya görsün.. ikinci dil ile yazdıkları ve ardılı çeviri de ‘çakma dil/yapıt’ gerçeğini verir.<br />Örnekse Türkçe yazılıp, Kürtçe’ye çevrilen ve fakat sonradan ‘Kürtçe yazılan ilk roman’ tanımı ile piyasaya sürülenler de bu anlamda sakata gelir. Evet! 'Türkçe evrensel dillerden birisi oldu,' diyorum. Soruyorsun; ‘Neye dayanarak? Hindistan’da iki yüzün üzerinde sözlü dil var! Fakat yazınsal metin dili Hintçe, İngilizce, Bengali.. sayılıdır. Maya dilleri var! Fakat yazınsal dil orada İspanyolcadır. Bir dil, yazınsal metinler düzeyi ile evrensel dil olur. Türkçe yazınsal metinler düzeyi ile yükseklerde ve çıtayı geçti. Ben, ‘Pera da İstanbul’ deneme türü yazılarımla bu kanıya kesin ulaştım. Birçok farklı kulvarların yanında bu yapıtta iki değişmez kulvarda aynı anda birlikte koştum. Bir, sekiz ünlüsü olan Türkçe’nin, üç ünlüsü olan Arap abecesi’nden topuk farkıyla sıyrılıp, nüfus hareketleri doğrultusunda kitleselleşmesiyle seksen yılda ‘katettiği’ yol ki, bu bir mucizedir. İki, benim sözcük dağarımla, sözcüklerin tek tek farklı bileşkeleriyle ortaya çıkan betimleme düzeyi.. ve ‘Pera da İstanbul’ ile yola çıktığım bu olağanüstü kompleks koşuda, Türkçe ancak hız ve soluk verebilirdi bana. Verdi de...</div><br /><div>Türkçe'nin evrensel dillerden olmasının bir nedeni de hem yazınsal hem sözlü ortak iletişim dili olmasıdır. Şöyle ki Türkiye'de sözü edilen 20-30 öteki dilleri sözlü olarak kullananlar için de Türkçe ortak iletişim dilidir. Bu bile evrensel olması için yeterli bir neden.<br />İşte ‘Pera da İstanbul’ orada. İşte ben de buradayım! Yirmi dört yüz yıl öteden baktığım Galata ve Pera’da orada. Galata ve Pera’nınTürkçe ile bu yüksek kulvarda aşılması ve yazılması için Tekin Sonmez’in yirmi beş yüz yıl beklendiğini de gördüm. </div><br /><div>Yirmi dört yüzyıla yüksekten bakmaktadır yazarımız, içsellikten dışsallığa çıkar, bir not düşer. 'Koroların, kantocuların doldurduğu Tünel Meydanı'nda manuel yazı makinesine kan ter içinde soluk soluğa koşarken, haber var mı, yok mu diye gazeteden çağcıl teknik kullanarak soruyorlar,' der. 24 yüzyıl öteye Ksenophon söylev verdiği yere bakarak durur bir an. Bu bakışta 24 yüzyıl tek bir fotyoğrafa dönüşmüştür. Evrensel insan bilinci Ksenophon'u orada, taşın üstünde söylev verirken izler. Hem içsel hem dışsal gören ikilikli bilinç, sayıklar gibi;'Tek sözcük yazmış değil yazarımız 24 yüzyıl sonra Türkçe, sekiz ünlüyü seslendiren Latin abecesi ile sıranın gelmesini bekliyor,'der. Bu tümce ile yapıt sona erer. Şimdi burada, yazarımızın göstermek istediği paradokslar var. </div><br /><div>'Ksenophon'un bir okçusu, bir kale burcunda vurdu beni,' diyor yazarımız. Ksenophon'un okçusu tarafından Çoruh kanyonlarında 24 yüzyıl önce vurulan çocuk 24 yüzyıl sonra, 'Pera da İstanbul' adlı kitabı yazacaktır. Başka kimse değil! Yeryüzü, yeryüzü olalı beri 'Pera da İstanbul' adlı yapıtı tek bir kişi yazabilir. Böyle ise bu çocuk neden bu yapıtı daha önce yazmadı da 24 yüzyıl bekledi?<br />Paradoks şuradadır, çünkü bu çocuk ancak 24 yüzyıl sonra yazınsal metin dili olarak Pera'ya çıkan Türkçe ile bunu yazmıştır. Ya da çocuk beklemiş ve fakat Türkçe, zaman tünelinde yolunu şaşırmış ve gecikmiştir! 'Pera da İstanbul' adlı kitap bu nedenle 24 yüzyıl saklı bir tarih ve serüven atlası gibi Türkçe yazacak bu çocuğu, şöyle ki Türkçe ile evrensel insan algısına ulaşacak ve hem de Türkçe yazacak bu çocuğu zaman tünelinde beklemiştir.<br />Evet! İlginç olan ‘Pera da İstanbul’ adlı bu yapıt üzerine görüşlerini yazacak bir yazar da yok! Doğan Hızlan, Deniz Kavukçuoğlu yazmadıklarına göre bu yapıtım üzerine yazacak yazar da yok, diyorum. Neden? Çünkü yazarların bu tür kompleks yapıtları okuyacak zamanları yok. Evet, şimdi buradan farklı yorumlar çıkaranlar olacaktır. Arkadan vurmamak koşuluyla, olsun!<br />Ne diyor yazarımız? Evet! Yazınsal metinler dediğimiz roman, deneme, öykü, günlük... bunlar dil ile ortaya çıkıyor. Fakat kullanılan teknikler onlara yol açar. Denemenin uç sınırları üst bölümde yazara yol gösterir ve hareket ritmi sağlar ve bu uç sınırlarda gösterir kalemini yazar.<br />Roman sanatı evrensel insan algısına yol gösterici olur. Deneme ise evrensel insan algısını arayan yazara yol gösterir. Her iki durumda dil sahneye çıkar. </div><br /><div>Çağın hızı ile yüklenen dil, evet bu nedenle her iki durumda da dil kentlerle gelişme evresini bulur. Evet! Roman / deneme yazarının doğumundan çok önceleri başlayan bir süreçtir bu. Şiire ve ütopik romantizme, ötelenmiş düş kurmalara ara/konak basamaklar oluşturan 'sözlü dil' değil. Böyle ise ilk yol ayrımındayız. Sözlü dil, yazın dili yol ayrımıdır bu. Yazın dili bilinci, tarih bilinci ister. Kent bilinci ile başlayan bir süreçtir bunlar.</div><br /><div>Tekin Sonmez neye dayanarak neye göre, nerededir, diye soruyor Sevgili Mehmet? Benim için keşif şuradadır. Batı Oğuzcası ile bugünkü yazınsal metin dili olan Türkçenin yazınsal anlatım gereci olarak (yük taşıma) betimleme, yalın ve anlaşılır olma sınırları ve sırları.. saltık sınır demiyorum, 'sır' diyorum evet, dil gizemli bir araçtır. Ben derim ki; yazar hangi işi yaparsa yapsın, aslında gün 24 saat dil yogası yapar. Her dilin bir 'aura'sı vardır. Tekin Sonmez'in Pera'da keşif yeri Türkçedir. Kırsal alanlar değil kentler, kent gizemi ile yazınsal metni taşır. Nereye, nasıl, hangi hızla, ne oranda koşarak bir dil, evrensel insan bilincine giden yolu bulur? Kentlerle birlikte bir nabız gibi yükselen çağın hızı ile yüklenen dil ayrıntıda koşabildiği oranda evrenselleşir.</div><br /><div>Evet, fakat bir de ülkemizde güncel olayları izlenmeden izlemek.. bu konuya yazınsal metinci olarak nasıl yaklaşabiliriz? İşte, şöyle ki bir yıl sonrası için ve yeni bir dünya tasarımı ile Nobel Barış Ödülü vizyonu da hazırlanan pozisyonlar karşısında, yazınsal metinci nasıl bir pozisyonla kalemi elinde tutacak, diye merak ediyorum. Yeniden tasarımlanan bir dünyada sonuç olarak yoksa yazar da tasarımla ısmarlanacak mı?</div><br /><div><strong>V. BATMAZ- <em>İki eski dost olarak çok eskilere gittik ama yeniyi bulduk. Çok teşekkürler. </em></strong></div><div><strong><em></em><br /><span style="font-size:85%;"><em>Yansıma </em>Dergisi'nin kurucusu ve yöneticisi Şair-Romancı Tekin Sönmez Usta ile yaptığım bu uzun söyleşi, Ali Şimşek'in yönetimindeki <em><span style="color:#ff0000;">Birgün</span></em>-Kitap Eki'nde, 28.11.2009 tarihinde kısaltılmış olarak yayınlandı.<a href="http://1.bp.blogspot.com/_hUpd05xVfeU/SxLDGRRLr0I/AAAAAAAAAm4/NNXZd-2C31o/s1600/Birgun+Kitap+Eki++Tekin+Sonmez+2.jpg"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5409600614907490114" style="FLOAT: left; MARGIN: 0px 10px 10px 0px; WIDTH: 291px; CURSOR: hand; HEIGHT: 400px" alt="" src="http://1.bp.blogspot.com/_hUpd05xVfeU/SxLDGRRLr0I/AAAAAAAAAm4/NNXZd-2C31o/s400/Birgun+Kitap+Eki++Tekin+Sonmez+2.jpg" border="0" /></a></span></strong></div></div>Medyapolitenhttp://www.blogger.com/profile/00332494631747202343noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-14463135.post-39995917669335239792009-03-11T22:22:00.006+02:002009-03-13T14:10:35.682+02:00<a href="http://2.bp.blogspot.com/_hUpd05xVfeU/SbjYYSpadHI/AAAAAAAAAiY/toEo8F5C9nI/s1600-h/Annenbergs.jpg"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5312233672317498482" style="FLOAT: left; MARGIN: 0px 10px 10px 0px; WIDTH: 247px; CURSOR: hand; HEIGHT: 320px" alt="" src="http://2.bp.blogspot.com/_hUpd05xVfeU/SbjYYSpadHI/AAAAAAAAAiY/toEo8F5C9nI/s320/Annenbergs.jpg" border="0" /></a>KERİZ KRİZİ ve ANNENBERG ile DOĞAN<br /><br />Tayyip Erdoğan’ın, başbakan olarak yaptığı en hayırlı iş, 2009 krizinde, devleti tekrar kerizlemek isteyen medyatör sermaye grupları ile diğer İstanbul dükalığını oluşturan burjuvaziye kriz kurtarma ilacını vermemek olacak.<br /><br />Yani, 2001’de yapıldığının tersine, krizle devleti kerizlettirmenin yolunu kapatacak. Umarım.<br /><br />Rusya Devlet Başkanı Dmitry Medvedev’in başyardımcısı Arkadi Dvorkoviç, The <em>Wall Street Journal</em>’da, keriz krizi konusunda Rus devletinin tutumunu, “Aşırı borçlanarak dünya krizinde zor duruma düşen işadamlarını devlet artık kurtarmayacak” diye açıkladı. Dvorkoviç, “devletten yardım isteyen işadamları, altı ay önce kolay kazandıkları paraları bugünleri düşünmeden savurganca harcadılar, onları kurtararak tekrar aynı savurganlığı yaşamak istemiyoruz” dedi.<br /><br />Ben de Davos kahramanından aynı bu açılımı bekliyorum. Fakat beklentimin boş olduğunu da hissediyorum. Çünkü, 2002 yılında oy verilmesini isteyerek desteklediğim AKP, uyarılarıma rağmen medyaya ak sayfa açmış; şimdi vergi kıskacına aldığı MEME-medya ile emziklenerek büyümüş; YÖK ve RTÜK yasalarını değiştirmemiş; Siyasi Partiler ve Dernekler yasalarına, özgürlükçülük açısından elini bile sürmemiş; Dubrovnik’ten tanışım olan Solidarnoş’un teorisyeni Andrew Arota’lara, Levent Köker vasıtasıyla Anayasa beğendirmeye çalışmış biri olarak, siyaset sahnesinde var olmayı yeğlemiştir.<br /><br />Bugün ise, IMF ile anlaşma imzalamaktan imtina etmesini bir seçim manevrası olarak kullanıyor olabilir.<br /><br />Ancak, İstanbul oligarklarına taviz vermeden, IMF ile anlaşmayı bir kenara atarak da Türkiye’yi düzlüğe çıkartması olasıdır. Yapacağı bir iki ufak değişikliği sıralayayım:<br /><br /><strong>YÖK yasasını lav edecek ve her üniversiteye ayrı yasa dönemi başlatacaktır.</strong><br /><br /><strong>Siyasi partiler ve dernekleşme konusundaki yasaları tümden değiştirerek, ülkeyi demokratik örgütlenme cenneti haline getirecektir. Bunu yapmazsa Ergenekon gibi darb-ı mesellere yol açar ve çıkmaz yola girer.</strong><br /><br /><strong>RTÜK yasasının, telekomünikasyonu da içine alacak şekilde değiştirerek, daha kapsamlı bir teknolojik atılım yasası haline getirecek ve medyanın televizyon tarafına çeki düzen verecektir.</strong><br /><br /><strong>Bundan sonra da, yenilenen seçimlerden sonra Anayasa’nın ilk dört maddesi dışındaki tüm maddelerini değiştirerek, ülkeye, bu ahir ömründe hizmet etmiş olacaktır.</strong><br /><br />Keriz krizinde, İstanbul oligark sermayesine ve medyatörlerine kriz yardımı sunmaması bir başlangıçtır.<br /><br />Gerisi ise yukarıda sıraladığım gibi, belli aşamalarla taçlanırsa, ülke ile birlikte kendisi de selamete erebilir. Eski günlere dönebilir. Uluslararası ilişkiler boş bir hoş sedadır. Fazla cazibesine kapılmamak elzemdir.<br /><br />Heyhat, geçmiş yedi yıl, bu beklentilerimin boş olduğunu söylüyor bana. Bakalım bu kez yanılacak mıyım?<br /><br />MEME’nin vergi kıskacı ile özgürlükler gidiyor diye varak’laması, beni eski anılarıma yöneltti. Daha önce yazmıştım, <a href="http://www.sodev.org.tr/sdtarihi/biyografi/aydin_guven_gurkan/veysel_batmaz.htm">http://www.sodev.org.tr/sdtarihi/biyografi/aydin_guven_gurkan/veysel_batmaz.htm</a> linkinde de var, kitaplarımda da <span style="font-size:85%;">(<strong><em>Medya Türkiye'ye Düşman Yetiştiriyor,</em></strong> Salyangoz Yay., 2008, s: 75-76)</span>:<br /><br /><em>“Annenberg İletişim Okulu, sağcı-Cumhuriyetçi bir patronun tüm parasal desteklemeleri ile, solcu-Demokrat bir iletişimbilimci Dekanın yarattığı efsanelerden biri haline geldi ve medya dünyasına sadece ampirik bulgular kazandıran ve politika uygulamalarına zorlayan bir bilim yuvası olarak değil ama tüm dünyadaki medya ve iletişim akademisine uzman ve sağlam mezunlar yetiştirdi. Şaşalı binası, modern mefruşatı ve her türlü bilimsel araştırma için donanımlı atölye, kütüphane ve bilgisayar sistemleri ile Annenberg şaşırtıcı ama bedava bir Lisansüstü öğretim kurumuydu. Gerbner zamanında, Lisans derecesi vermiyordu. Öğrencilerin hepsi Sir Walter Annenberg bursu alıyorlardı. Bu burs, hem aylık bin dolara yakın bir harçlık bursuydu, hem de yıllık 25 bin dolara yakın bir okul bursuydu. Ben sadece okul bursundan yararlandım çünkü harçlık bursumu Fulbright karşılamıştı. Okulun öğrenci nüfusu 100 kadardı. Her yıl 35 kişi kabul ediliyordu ve bu öğrencilerin sadece 10-15’i mezun oluyordu. Zor ve yıpratıcı bir okuldu ve iletişim ile ilgili her şey öğretiliyordu; Popper’den Marx’a kadar herkes; feminizmden komünistliğe kadar her yol mübahtı. Okulun iki numaralı hocası Larry Gross, daha sonradan Amerikan Gay Derneği’nin başkanı oldu. Öğrencileri de radikal öğretilerden yararlanıyorlardı ama hiç kimsenin ifade özgürlüğüne karışılmıyordu. Okulun radikal feminist hocası Carolyn Marvin bir gün okul bahçesinde savaşa karşı bir gösteride Amerikan bayrağı yakmıştı. Amerikan Kongresi’nde ifadeye çağrılan Marvin, feminizme ve gay’liğe karşı olan ve 1945’de, Yugoslavya sınırında, Amerikan ordusu adına Faşist Macar Başbakanı’nı tutuklamış bir asker olan Dekan Gerbner tarafından ödüllendirilmişti. <strong>Yine, radikal bir öğrencinin okuldaki en merkezi koridorunda bulunan çalışma odasının kapısında, okulun kurucusu ve hamisi olan Sir Walter Annenberg’in, Chicago’nun medya mafyasına mensup babası Moses Annenberg’in, vergi kaçakçılığı suçundan iki FBI ajanının kolları arasında kelepçeli olarak hapse götürülürken çekilmiş bir fotoğrafı yıllarca asılı kaldı.</strong> Soranlara Dekan Gerbner, “herkes ifade özgürlüğüne sahip; Walter istese de ben çıkartmam o fotoğrafı o kapıdan, asan kendi isteği ile çıkartırsa çıkartır” diyordu. Okul tam bir bilimsel cendere ama tam bir ifade serbestliği içindeydi. Bilimsel olarak kan ter içinde kalan öğrenciler; istediklerini istedikleri zaman söylüyorlar; istediklerini istedikleri zaman suçluyorlardı; istediklerini de istedikleri zaman öğreniyorlardı. 12 Eylül’ün baskısı altında 1402’lik olmaktan kıl payı kurtulmuş militan bir asistan olarak kapağı böyle bir yere atmış olmam, benim için cennetlere bedeldi.”</em><br /><strong></strong><br /><strong>Şimdi de işi İngilizce’den okuyalım:</strong><br /><br /><em>MOSES AND WALTER ANNENBEG<br /><br />Walter Annenberg and his father, Moses, never captured the popular imagination a la William Randolph Hearst. And Annenberg's publications—the Daily Racing Form, TV Guide, Seventeen, the Philadelphia Inquirer--never had the cachet of the phalanx of Conde Nast's glossies. But this is a great read--both as rogue-to-riches yarn and for what it reveals about American publishing.<br /><br />Working with access to family correspondence and records, Ogden tells the story of the Annenbergs from their escape from the turn-of-the-century pogroms to their rise as America's biggest living philanthropists. Moses, a poor immigrant, worked his way up as a distributor for Hearst, coming up with sales gimmicks for newspaper subscribers--like giving away spoons with their state's name on them. Branching out on his own, he acquired the Daily Racing Form and made it into the indispensable bible of trackgoers at a time when American sports was a traffecta of baseball, boxing, and playin the ponies. Today, alas, most tracks are moribund and only clear a profit because of slot machines.<br /><br />Moses' idea was simple: give bettors a statistical guide to the horses--their performances, bloodlines, etc.--and specialize it for each track. By the '30s, Moses had become a big deal in American publishing, having acquired the Philadelphia Inquirer. A Republican who helped bring down the Democratic Governor in Harrisburg, Moses became a thorn in the side of FDR. <strong>In a little-known and ugly aspect of the New Deal, FDR--along with tough guys like Harold Ickes--went after Moses on tax evasion cahrges. Ogden irrefutably demonstrates that it was a political vendetta, even though Moses skirted the law. He died behind bars.</strong> Walter took over from his father. After the war, he spied the rise of a "teen" culture with disposable income. He started Seventeen, which became immensely profitable. Later, he picked up a television publication at a time when newspapers myopically ignored television and transformed it into TV Guide--still the No. 1 magazine in America.<br /><br />MATTHEW COOPER, a contributing editor of The</em> Washington Monthly<em>, is a deputy Washington bureau chief for Newsweek.<br /><br />Christopher Ogden,</em> Legacy, A Biography of Walter and Moses Annenberg,<em> Little, Brown & Co., 2008.</em><br /><br />İşte dünyaca ünlü iletişim okulu, Annenberg’in gerisinde yatan hikaye. Bir medya patronunu vergi kaçırma suçundan hapse atmanın hiç bir ülkede basın özgürlüğünü yok ettiği söylenmemeli.Medyapolitenhttp://www.blogger.com/profile/00332494631747202343noreply@blogger.com5tag:blogger.com,1999:blog-14463135.post-31830994089371161592009-01-28T09:35:00.001+02:002009-01-28T09:38:08.412+02:00DARB-E MESEL<br /><br />Her yaptığı ve söylediği ile Türk halkının sesi olan Erhan Göksel’in sesini kısmak için en olmayacak şekilde, izan ve insafın ötesinde, onu “Ergenekon” denilen ucube-vodvilin içine soktular. Türkiye bağırsaklarını temizliyorsa, bunu temiz temiz, sonuç alıcı ve mesnetli yapmalı, osurarak değil.<br /><br />Türkiye’de, İT’ci geleneğin ilk tasfiye edilmesini İzmir Suikastı olayı ile Mustafa Kemal başlatmıştı. Teşkilatı-ı Mahsusa, Karakol Cemiyeti, MAH, MİT, JİTEM, JUSSMAT ve TMT benzeri örgütlenmelerin hepsi Türkiye’deki devletin yapısal yalpalamaları ile, devlet için ama halktan kopuk halde süregelen gizli tarihi, aslında “gizlenmiş” tarihi ortaya çıkartmamak için yapılan, karmaşıklığı sadece operasyonlarında zımnî, çok açık bir sınıfsal-emperyalist/kapitalist güdümlü yönetim mekanizmaları olarak kullanılmıştır. Kontr-gerilla, Özel Harp Dairesi, futbol takımlarında perdelenmiş Türk Gladio’su ve benzeri oluşumlar da, devletin bir parçasıdır.<br />“Ergenekon” temizliği ise, bu devleti ele geçirmeye çabalayan konjonktürel bir maşanın, 2006’dan sonra kızgın ataşe sokulmasından ibarettir. Bu maşa AKP’dir.<br /><br />Artık değişen küresel öncelikler, imparatorluk manevralarını, maşalarla, meşallemeye çalışarak; dünyanın her yerinde aynen yaşandığını ve olduğunu bilemediğimiz için bize önemli gelen, küresel pek fazla ağırlığımızın da bulunmadığı için bölgesel yapılanmada ne yazık ki, ser-hoş bir şöföre teslim edilmişliğimizle zaaf halinde oyalandığımız bir vodvildir Ergenekon. Türk-İslam sentezinden, Ilıman İslam modeline ideolojik geçişin medyatik kurgusudur.<br /><br />12 Eylül’ü yapan “bizim çocuklar” Türk halkını, ithal ikameci kapitalist sosyal devleti ortadan kaldırarak liberal kapitalist bir yaşam tarzına alıştırmanın diktotaryel yönetimini oluşturmuşlardı. Aradan onar yıllık fasılalarla, çeşitli “balans ayarları” yapılarak (1991 harekatıyla Özal’ın ölümü ve 28 Şubatlı 2001 keriz krizi) iş Ergenekon’a geldi dayandı. “Ergenekon” örgütü denilen aşure grubunun tasfiyesi, Teşkilat-ı Mahsusa harekatının yok edilmesi değil, aktörlerinin değişmesidir. 12 Eylül’de yapılanın bir devamı olarak, Ergenekon bünyesinde yer aldıkları söylenen İT’ci kadroların tasfiyesi ve yerine ılımancı İslamcıların konulmasından ibarettir. Kısaca, 12 Eylül’ün bir devamı olarak, <em>“demoskratik”</em> olarak ve aynı diktoteryallikle, ılıman İslamın ideolojik istilasıdır. Yani, 12 Eylül’de liboş yapılan Türkiye, Ergenekon ile liboş İslam (libis) haline dönüştürülmektedir. Gerçekle yüzleşmenin libidinal baskısını hissetmezsek, ortada apaçık birbirini üreten arızî bir güncel durumla karşı karşıyayızdır. AKP’yi şu anda “Ergenekoncu” tabir edilen zer-zevat üretmiştir. 28 Şubat ve sonrasındaki tüm gelişmeler, ekonomik ve sosyal planlamalar hep bu sembiotik ilişkiyi acımasızca yüzümeze çarpar. Kemal Alemdaroğlu denilen hukuka aykırı rektörün ikna odacı türban baskısı ile Kemal Gürüz’ün Beşir Atalay’ı “irticacı” diye rektörlükten uzaklaştırmasının sonucu AKP’dir. Ancak bu iki Kemal yetmez, devasa bir ideolojik dönüşümü yaratmak için. Birer küçük maşadır, meşalli, bunlar. Bu ikili (bu kez iki Kemaller ile bir AKP) birbirleriyle rövanş tarzı kavga ederlerken temel çelişkiyi de dönüştürmek misyonuna sahip olmalıdırlar. Dış emperyal politikaların küçük uzantıları olarak, sadece birbirlerinin burunlarını kanatırlar, gözlerini morartırlar. Onun için, rövanşta, asıl üretim tarzı çelişkisi de yer alır.<br /><br />İşin içinde bu nedenle Erhan Göksel vardır. Halktan ve sosyal devletten yana ses çıkmasın diye.<br />İşin içinde bu nedenle Yalçın Küçük vardır. Millici bir geleneğin bu topraklarda bütünsel yaşamasının en seçkin savunusunu yapan ideolojik ses kısılsın diye. (NOT: Yalçın Küçük’ün, “Envercilik”ğini ve İttihatçiliğini hep eleştirdim. Benim Bağımsızlık Savaşı konusundaki tarih yorumun, Yalçın Küçük’ten çok farklı ve tersinedir. Küçük ile tartışmamın küçük bir örneği Kıbrıs’ı Verelim Musul’u Alalım kitabımda var [Salyangoz Yay. 2008] Ben bu topraklarda 1919-1939 arasında yaşananları, Mustafa Kemal etkinliği; daha önce ve sonra yaşananları, dış ve iç Türk-İslam sentezciliği olarak nitelendiririm. Ayrıca Küçük’ün salıverildikten sonra Gürüz hakkında övücü konuşmalarını da tel’in ediyorum. Merak ediyorum, Alemdar Kemal ile de aynı övücülüğe başlayacak mı? Üzülüyorum.)<br /><br />Yalçın Küçük (Bkz: Eserleri) ve Erhan Göksel (Bkz: “Gramsci’ye Önsöz” A. Gramsci, Hapishane Defterleri, Aşina Yay. 2009) enternasyonalist millicidirler.<br /><br />Bu da ne demek mi?<br /><br />Yurtseverlik, toprak severlik demektir. Kültür ile değil, üretim ve üretim tarzı ile düşünmek demektir. Kültür ekmek, ekin demektir de ondan... Yurtseverlik, tüm halkların, toprak üzerinde adaletli bir biçimde yaşamalarının özlemi demektir. Irk ve din ile perdelenmiş zihinlerin kültürel dışkıları ile değil; iş, aş ve ekmeğin, eğitim, sanat ve düşünsel ürünleri ile yaşamak demektir. Adam olmak demektir.<br /><br />İşte içinde yaşadığımız bu son günler, Adem ile, onun fırlatılıp atıldığı Global cehenem arasındaki kadim savaşın, Türkiye’deki küçük ve göksel bir dönüm noktasıdır.<br />Bir de işin başka boyutu vardır: Birbirlerini üretmek ne demek? AKP’yi üreten Ergenekoncu dinamik nasıl oluşur? İşte anlaşılması gereken sorun budur. Uzlaşmaz çelişkinin perdelenmesi operasyonu nasıl imâl edilir?<br /><br />Kemal Alemdaroğlu ve Kemal Gürüz, bir tanesi milliyetçi Amerikancı Ergenekoncu, diğeri Yunanistan’a harb ilan edecek kadar cahil ulusal devletçi Ergenekoncudur. Bu iki Kemaller, ulusal devleti korurlerken ya da daha doğrusu koruduklarını zannederken, milliyetçi olduklarını bas bas bağırarak ikna odaları ile irticacı temizliği yaparlarken, aynı zamanda, her ikisi de senkronik olarak, 1998-2003 yılları arasında üniversitelerde yaptıkları-uyguladıkları dönüşümsel politikalarla AB normlarına uymak ve Amerikan üniversiteleri ile çeşitli değişim (exchange) antlaşmaları imzalamaktan geri kalmamışlardır. Bir taraftan ulusal devletçi Atatürk milliyetçisidirler; diğer yandan küreseleşen kapitalizmin tüm zihinsel ve yöntemsel araçlarıyla ülke gençliğini prangalamaktadırlar. Bu arada bir de bol bol, savundukları Cumhuriyet’in (ulusal devletin) hukukunu çiğnerler. Bu nedenle rektörlükten kovulurlar veya haklarında dava açılır ve mahkum olurlar. Aynı zamanda, Bologna Üniversitesi’nin bile karşı çıktığı yüksek öğretimdeki Bologna Sürecinin (üniversiteler arasındaki Avrupa Kredi Sistemi), amerikan tarzı bağıl sistemin (curve sisteminin) yılmaz uygulayacısıdırlar. Bu eğitim süreçleri ise Türkiye devleti, küreselleşmesinin yani 12 Eylülün liboş ideolojisinin güncel gereksinmeleri olarak, Ecevit-Derviş ve AKP hükümetleri ile yürütülmektedir. Yani, 28 Şubatçı generallerin ulusalcı omuzdaşları olan bu iki rektör parçası, küreselleşmenin gerektirdiği, ulusal devleti berhava eden tüm yüksek öğretim politikalarını, hukuka aykırı işlemlerle mahkum ola ola bir güzel yerine getirmektedirler. İşte küreselleşmenin, sınıfsal uzlaşmaz çelikiyi perdelemek için kullandığı iki uç (laikçi iki Kemaller ve Ergenekon; dinci ılıman İslamcı AKP kadroları) böylece birbirini üretirler, uzlaşmaz çelişkiyi perdelerler. “Tehlikenin farkında mısınız?”<br /><br />İşte sembiotik ilişki budur; birbirini üretmek budur.<br /><br />Şimdi laikçilerle, ılımancılar kavga ediyorlar. Adına da “Ergenekon” diyorlar.<br />Arada da çelişkinin üretim tarzından oluşan “ifadeci” kişilerini de kullanarak; güzel bir darb-e mesel anlatıyorlar. Çünkü asıl çelişki emek ile sermaye arasındaki; çalışan ile kâr eden arasındaki çelişkidir; bunun laikçilerle dincilerin arasındaki kavga ile perdelenmesi gerekiyor.<br />Ergenekon’da Erhan Güksel ile Yalçın Küçük’ün, Kemal Gürüz ile Kemal Alemdaroğlu ile birlikte olmasının nedeni budur. Ergenekon’da, diğerleri teferuattır.<br /><br /><em>Meraklısı için not: 'darb' (vurma, çarpma) + 'mesel' (hikaye,öykü); darb-ı mesel = </em><a href="http://nedir.antoloji.com/hikaye/"><em>hikaye</em></a><em>nin son </em><a href="http://nedir.antoloji.com/cumle/"><em>cümle</em></a><em>si; en çarpıcı, </em><a href="http://nedir.antoloji.com/ogut/"><em>öğüt</em></a><em> veren </em><a href="http://nedir.antoloji.com/cumle/"><em>cümle</em></a><em>si..</em><br /><br /><br /><strong>Veysel Batmaz<br />25 Ocak 2009</strong><br /><br /><br /><strong>KESK: Ergenekon Karartilmamali, Butun Karanlik Iliskileri, Aciga Cikarilmalidir!<br />Pazartesi, 26 Ocak 2009</strong><br /><br />Bugun yurutulmekte olan ve devlet icindeki karanlik iliskileri bir boyutuyla ortaya koyan "Ergenekon Davasi" ulkemizin toplumsal muhafelet tarihi acisindan kritik onemdedir. Ergenekon toplumsal zihniyetimizi "Turk-Islam Sentezi" etrafinda sekillendirmeye calisan, ozgurluk, esitlik, baris taleplerini bastirma gayreti icinde olan, insan haklarini tanimayan bir devlet anlayisinin dogal sonucudur.Ergenekon ulkemizde 6-7 Eylul 1955'den bu yana orgutlu, sistemli, planli bir sekilde provakasyonlar, sabotajlar, katliamlar, iskenceler, infazlar gerceklestirmis ve neredeyse 60 yildir surmekte olan bir politikanin sorumlusu ve uygulayicisidir. Ergenekon, kuresel kapitalizmin savas orgutu NATO'nun bir uzantisi olarak kurulmus ve tarihsel misyonu solu, sosyalizmi engellemek olarak tanimlanmis Kontrgerilla ve Gladio gibi orgutlerin devamidir. Basindan beri bir ABD projesidir, CIA projesidir. Faaliyetleri suresince sayisiz provakasyona imza atmis, siyasi cinayetler islemis, halklari birbirine kirdirma girisimlerine onculuk etmistir. Devletin icinde asker, polis, istihbaratcilarin, mafya cetelerinin, sivil fasist guclerin olusturdugu bir yapidir Ergenekon. Bu yuzden devletten soyutlanamaz.Yakin tarihimizde cok sayida devrimci, demokrat, ilerici ve yurtsever insanimiz ergenekon tarafindan katledilmis, cok sayida yurttasimiz, kimlikleri bugun daha net ortaya cikan isimlerce kacirilmis, iskence edilmis hatta kaybedilmistir.<br /><br />6-7 Eylul Olaylari Ergenekon'dur.Ergenekon 15-16 Haziran1970'de iscilere saldiran guctur.Ergenekon Kizildere Katliamidir.Ergenekon 16 Mart Katliamidir.Ergenekon 7 TIP'li ogrencinin katilidir.Ergenekon Maras Katliamidir.Ergenekon 1 Mayis Katliamidir.Ergenekon 12 Eylul karanligidir. Metris'tir, Mamak'tir, Diyarbakir Cezaevi'dir.Ergenekon yoksul Kurt koylusune diski yedirmenin, koyunu yakmanin adidir. Goce zorlamadir.Ergenekon iskencedir, tacizdir, tecavuzdur; insanlik onuruna saldiridir.Ergenekon aciga cikarilamamis/cikarilmamis binlerce faili mechûlun acik failidir. Batman'da, Sirnak'ta, Hakkari'deki olum kuyularini dolduran guctur Ergenekon.Ergenekon Gazi Mahallesi Katliamidir. Hayata Donus Operasyonudur.1000 operasyonun sorumlusudur.Ergenekon, aydinlara bilim insanlarina, gazetecilere, sendikacilara yonelik siyasi cinayetlerin planlayicisidir.Ergenekon Hizbullah'dir.Ergenekon, Hrant Dink'in katilidir.Ergenekon ozgurluk, esitlik ve baris ozlemini doyuramamis halklarimiza karsi olusturulmus sistemli bir savas orgutudur.<br /><br />Bu yuzden ozgurlesme, demokratiklesme tarihimiz acisindan su anda yurutulen bu davanin seyri onemlidir. Orgutun butun karanlik iliskileri, kime ve nereye kadar uzandigina bakilmaksizin aciga cikarilmalidir. Varligi hâlâ inkar edilen ancak Ergenekon icinde merkezi bir rol oynadigi acik secik ortada olan JITEM sorusturulmalidir. AKP iktidari "Ergenekon davasi"ni, kendi siyasi iktidarini tahkim edecek, devlet kati'nda bir uzlasma saglamak icin, kendine yer acmak icin, kullanilacak bir koz olarak degerlendirmeyi, yaklasan secimler icin bir malzeme olarak kullanmayi hemen birakmali, gecmisin karanliginda kalmis olaylari, kadrolari, iliskileri aciga cikarmalidir.Yukarida siraladigimiz provakasyon ve cinayetler sorusturmaya dahil edilmelidir. Halkin vicdaninda coktan mahkûm edilmis olan Ergenekon savas orgutu en kucuk uzantilarina kadar tasfiye edilmelidir. Ergenekon Davasi, siyasilerle ordunun ortulu hesaplasmasina, gizli uzlasma ve yeni ittifaklar olusturulmasina, tasfiye edilen orgutun yerine bir yenisinin ikame edilmesine alet edilmemelidir.Dava sulandirilmamali, gunluk siyasi hesaplarin araci olarak kullanilmamalidir. Toplumsal tarihimizde yasanan acilar, odenen bedeller gozonune alinarak insan haklari savunucularinin, magdurlarin ve faili mechûl cinayetlere kurban verdigimiz onlarca sendikacinin ailelerinin mudahil olma talepleri mutlaka gozden gecirilmelidir.Bu dava emekciler icin, toplumsal muhalefet kesimleri icin, bu ulkenin tum namuslu ve aydinlik insanlari icin cok onemlidir. Siyasi iktidar bilmelidir ki, davanin takipcisi olacagiz.<br /><br /><a href="http://www.kesk.org.tr/index.php?option=com_content&task=view&id=902&Itemid=1" target="_blank">http://www.kesk.org.tr/index.php?option=com_content&task=view&id=902&Itemid=1</a>Medyapolitenhttp://www.blogger.com/profile/00332494631747202343noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-14463135.post-83638813896756182702008-08-02T00:34:00.005+03:002008-08-02T09:12:21.922+03:00<a href="http://bp0.blogger.com/_hUpd05xVfeU/SJP6t63g6UI/AAAAAAAAAUU/jFrukmd-6jQ/s1600-h/C.jpg"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5229799259110435138" style="FLOAT: left; MARGIN: 0px 10px 10px 0px; CURSOR: hand" alt="" src="http://bp0.blogger.com/_hUpd05xVfeU/SJP6t63g6UI/AAAAAAAAAUU/jFrukmd-6jQ/s200/C.jpg" border="0" /></a><strong>Anayasa Mahkemesi AKP’ye “ceza”; AKP’ye oy veren % 46,5’a da “ihtar” verdi:</strong> SUÇLU ve SABIKALI BİR PARTİ İLE YÖNETİLİYORUZ<br /><br />30 Temmuz 2008’den başlayarak Türkiye suçlu ve sabıkalı bir parti ile yönetilmeye başlanmıştır. Gariptir ki, Türkiye, 1939’dan bu yana resmi ideolojik şemsiye olarak uyguladığı Türk-İslam sentezciliğini (Bkz: bir önceki yazım: “Türk-İslam Sentezciliği Çöküyor” <a href="http://www.medyapolitenblog.blogspot.com/">http://www.medyapolitenblog.blogspot.com/</a> ), 2000’nden sonra, konjonktürel olarak global merkezler tarafından inşa edilmiş AKP maşası ile tarihin karanlıklarına gömerken, dinci ve “laiklik karşıtı odak” olmaktan yüksek yargıçlar tarafından “suçlu” bulunmuş aynı partinin, liboş entellektüeller tarafından “demokratik” ve “özgürlükçü” diye addedilen beceriksiz ve basiretsiz “ılımlı İslam” kollarına terk edilmiştir. Buradaki paradoksun hukuksal boyutu ise şudur: <strong>Anayasa Mahkemesi AKP’ye “ceza”; AKP’ye oy veren % 46,5’a da “ihtar” vermiştir. Bu ihtara ne kadar uyulacağını gelecek gösterecektir ama kırmızı ışıkta geçmeyi Kasımpaşa efeliğinin mütemmim cüzzü sanan bir toplumun, bu ihtara pek kulak asmayacağı da düşünülmelidir.<br /></strong><br />Türkiye’deki medyatör liboş “sol” entellektüeller, üzeri baskı ve zorbalıkla 12 Eylül’de örtülmüş, tümel olarak çalışandan yana demokratik bir siyasi rejim yönündeki özlemleri, teorik altyapısı post-modern mesihçi Avrupaamerikano-merkezci düşüncelerle dekonstrüke edilmiş fetvalarla bastırarak, hukuku içselleştirmiş ve hukukun adalet ve suç ile ilişkisini ve ceza yaptırımlarının önemini Hegelyen bir tarzda yorumlayacak genel kamu (“nomos” ve “demos”) inşa etmeyi ret eden yollar aramaktadır.<br /><br />Demokrasi kim içindir? Basit yanıtı, halk içindir. Oysa, bu liboş “sol” entellektüeller, demokrasiyi, özgürlüğü ve “adaleti”, emekçi kitlelerin daha iyi bir hayat sürmesi ve sömürülmekten kurtulması ve onların genel, üreten bir kamu olması için değil, kimin için olduğu açıkça belli olan “kalkınma” için, kumardan başka bir şey olmayan “piyasa” için ve sermayedarların kârlarına kâr katmalarının güncel ortamı olan “global bütünleşme” için seslendirmektedirler. Türkiye’ye bir kamu demokrasisi değil, piyasa demokrasisi önermektedirler. Türkiye’deki devleti ulusal “iktisadî bir devlet” olarak değil, global emireri bir “malî devlet” haline getirmeye çabalamaktadırlar.<br /><br />Söyledikleri temel görüş özetle şudur: Piyasanın hakim olmadığı bir demokraside “tiranlar” ortaya çıkar. Devlet, bireyleri baskı altına alır; hukuk, siyasal örgütlenmeleri vesayet sistemi ile yönetir. Bu vesayet sisteminin varacağı en iyi düzlem, “yargıçlar demokrasisidir”, en kötüsü ise Ergenekonlarla düzenlenmiş “gulag” toplama kampları. Eğer piyasanın egemen olduğu bir demokrasi varsa, burada bireysel gelişmeye açık bir özgürlükler senfonisi oluşur ve siyasal örgütlenmeler de, parlamento içinde, sadece ve sadece “millet iradesi” ile var veya yok olur. (Burada bir ayraç açıp, AKP’nin son dönemde, “millet iradesi” ile “millet egemenliğini” aynı şey zannetme cahilliğinin de altı çizilmelidir.)<br /><br />Bu hoş saptama, millet’i oluşturan üreticiler (ve en büyük tüketimci haline getirilmiş bulunan) mülksüzler ve emeği ile çalışanlardan oluşmuş büyük “çoğunluk” için çok boştur.<br /><br />Yani, “demokrasi kimin için” sorusuna verdiğimiz cevapta yer alan halk, bu liboş “sol” entellektüelllerin, Strauss, Friedman, Hayek ve Derrida soslu piyasacı “tiransız” demokrasisi içinde yoktur. Bu sosyal olmayan “liboş soslu” demokrasi, güya bireysel özgürlükler için vardır; ancak gözden kaçırılamadığı halde kaçırılmış gibi yapılıp, halkı aldatan bir kurnazlıkla gizlenen temel kapitalist olgu ise, bu bireysel “özgürlüğü” en fazla kullananların hep sermayesi en fazla olan bireyler olmasıdır. Ahalinin gerisi ise henüz, “birey” olmayı, demokrat olmayı, özgürlükten yana olmayı kişiselleştirememiş, eğitimsiz, cahil kalabalıktır. Bunlar o mütedeyin hayatı yaşamaktan başka bir dertleri olmayan, varsa da yoksa da, başlarına türban takmayı, bu başlıkla eğitim almayı, karılarının kafasını kapatma özgürlüğüne adeta “müstehak” ama yabancılaşmamış bir özgür birey olmaya “layık” olmayan, anti-laik bir oy deposudur. (“Modernizasyon kuramı” diye 1960’ların Marksist yükselişine karşıt geliştirilen sosyolojik açılımın eskimiş argümanları ile Türkiye’deki “sol” liboş entellektüellerin, Şerif Mardin, Ergun Özbudun misali teorik babalarının izinde dillendirdikleri “yeni” argümanlar arasında korkunç benzerlikler vardır.)<br /><br />Hiç siz bu liboş sol’ların ağızlarından halk, emekçi, çalışan sınıf laflarını duydunuz mu? Bunların ağzında, “seçmen,” “kitle,” “sivil toplum”, “cemaat”, “tarikat” ve “kalabalıktır”, üreten, çalışan ve emek sarf eden sınıflar. Bu kalabalıkları oluşturan temel birim ise “birey”dir ancak ironik olmaktan da öte artık bir vodvil haline gelen biçimiyle gerçek şudur ki, bu bireyliği bir beylik gibi sadece bazıları paraları olduğu için yaşar; diğer parasız pulsuzlar ise “öğrenir” ama henüz öğrenme yaşında oldukları için, eçel bir biçimde pek “hayat tarzı” haline getiremezler. (Bkz: biraz önce değindiğim “modernizasyon kuramları”) Onlara bu bireyliği “piyasa” öğretmektedir; büyüyüp piyasa aktörü olduklarında, birey olarak tarih sahnesinde gün gelecek onlar da yerlerini alacaklardır. Şimde sıra, sermayesi olanlarındır. Onlar, yani gizlenmiş “ötekiler”, henüz, çalışmak, sömürülmek ve oy vermek, verdikleri oyların da, bazı sermaye siyasetçileri tarafından “milletin egemenliği” yaftası ile taltif edilmesi aşamasındadırlar. Sıra onlara da gelecektir, yeter ki piyasa her yere hâkim ve hakim olsun.<br /><br />Halk için olan demokraside ise ne vardır? Başta laiklik. Çünkü, demokrasi sadece ve sadece hukuk ile olur ve bu hukukun demokrasi olabilmesi için sadece ve sadece “eşdeğer” anlama sahip olan “laik” olması gereklidir. (Laiklik’in anlamı konusunda bir yazım için Bkz: <a href="http://www.vistilefakademik.blogspot.com/">http://www.vistilefakademik.blogspot.com/</a> )<br /><br />Özetle, ülkede tam bir post-modern liboş darbesi ile yirmi yıldır medya (MEME) tarafından oluşturulmuş felsefe kaosu varken ve bu kaos kavram fetişi olarak “bireysel özgğürlüklerin piyasacı demokrasisi” lafını benimsemiş durumdayken AKP sabıkalı konuma gelmiştir. Suçlu olduğu tescil edilmiştir.<br /><br />Nasıl olduklarına kendilerinin de şaşa şaşa anlayamadıkları bir süreçte, uluslararası ilişkiler boyutunda, global kapitalizmin “Türkiye ile beraber politika yapmak” yerine, “Türkiye üzerinden politika yapmak” stratejisi için oluşturulan toplumsal formasyonun, Orta Doğu içindeki “ateşi” karştırmak için kullanılan maşa olarak AKP, zaten uzun zamandır şaşkın ve bitap düşürülmüş bir haldeydi.<br /><br />Son yaşananlarla da (30 Temmuz 2008 tarihli Anayasa Mahkemesi kararı ile), yukarıda özetlediğim gibi, suçlu, ceza almış ve sabıka kaydı olan bir politik güçsüzlük haline getirilmiştir. Yine şaşkın ve yine beceriksiz, devlet olamamanın sıkıntılarını yaşarken, şimdi iktidar bile değilidir.<br /><br />Çalışandan, kamu demokrasisinden ve iktisadî devletten yana olanlara düşmez ama şu uyarıda bulunmak, gelecekte birlikte yaşadığımız bu ülke ve devletin bekası açısından elzem gibi görünüyor:<br /><br />R. Tayyip Erdoğan, mahçup veya bayram edercesine veya köktenci bir biçimde, Ali “Bayram”oğlu, Beril Dede”oğlu”, “Oral” Çalışlar ve Etyen “Mahçup”yan; ve bir de en tehlikelisi “yeni anayasa uleması” Levent “Kök”er’den uzak durmalıdır. Çünkü, bu kişilerin onun için kurduğu tuzaklar nedeniyle sabıka kaydına sahip olmuştur. Demiyor muydu Mahçupyan, hiç de mahçup olmayan bir tarzda, “itidâlli olmaması gereklidir Erdoğan’ın” diye, kapatma davası açıldığında; Köker’in hazırladığı AKP’nin yazılı savunması değil mi, “kaptama yerine en iyi çözüm olan” 10/1 “laiklik karşıtı odak” yaftasını kökten bir biçimde Erdoğan’ın boynuna asan; partiyi “suçlu” hale getiren. Bayramoğlu onların tümünün “akil” moderatörü olarak munis tarzda gaz veren modası geçmiş bir buhar motorunun bayramlık libasına bürünmüşü. Dedeoğlu ise işin laik kadın akilliğini, sakil olarak hep aynı nakaratla “dedeefendi” tarzında terennüm eden bir kadro altı. Oral’a gelince, “ağzını” hep ortama göre açan biri.<br /><br />Benden uyarı; dinlemesin bunları. İşi zor.<br /><br />Eğlenceli günler artık bizim için başlıyor. Bu ülkenin çalışanları, üreticileri, mülksüzleri ve emekçileri için.<br /><br /><strong>Aşağıda karar gününde ve bir önceki günde elektronik posta olarak bir grup aydın ile paylaştığım iki yorumumu tarihe geçmesi açısından aktarıyorum. Yukarıdaki görüşlerle birlikte okunması gerekiyor:</strong><br /><br /><em><span style="color:#cc0000;"><strong>R.TAYYİP ERDOĞAN, 31 TEMMUZ 2008’DE, BÜYÜK BİR ENKAZ DEVRALDI...:</strong><br /><br />AĞIR SABIKALI BİR PARTİ...<br />BOMBALANAN VE ÇÖKEN BİR TÜRKİYE...<br />DENSİZ, CAHİL VE KONUŞKAN BİR PARTİ ÜST YÖNETİMİ...<br />KARARLI VE TÜRKİYE’DEN BAŞKA HİÇ BİR ŞEY DÜŞÜNMEYEN, ACIMASIZ BİR YÜKSEK YARGI...<br />YERLERDE SÜRÜNEN BİR ANA MUHALEFET...<br />BUBİ TUZAKLARINDAN BAŞKA BİR ŞEY DÜŞÜNMEYEN BİR BEBE MUHALEFET...<br />KERİZ KRİZİ İÇİNE YUVARLANAN BİR TÜRKİYE...<br /><br />BU ENKAZI NASIL YÖNETECEK?<br /><br />ANAYASA MAHKEMESİ, akp’YE “CEZA”; akp’YE OY VEREN % 46’YA DA “İHTAR” VERMİŞTİR... akp ARTIK “KEENLEM YEKÜN” BİR PARTİDİR. Akp ARTIK, ANAYASAL SUÇLA SABIKALIDIR: LAİKLİĞE KARŞI BİR ODAK’TIR. BUNU, OY VERENLERİN TÜMÜ ANLAMALIDIR.<br /><br />R. TAYYİP ERDOĞAN’IN “YENİ ANAYASA” DENİLEN YENİ TUZAKLARA DÜŞMEMESİ GEREKİYOR...<br /><br />ERGENEKON DENİLEN DAVANIN BELİRSİZ BELİRLEYİCİLİĞİNİN SONA ERDİRİLMESİ GEREKİYOR... GLADYO’NUN TAM ANLAMIYLA ORTAYA ÇIKARTILMASI GEREKİYOR...<br /><br />AB NORMLARI GİBİ BELİRSİZ NORMLAR YERİNE, MUSTAFA KEMAL DOKTRİNİNE AÇIK BİR POLİTİKA İZLENMESİ GEREKİYOR.<br /><br />ANAYASA İÇİN, PARTİ KANUNU, SEÇİM KANUNU, SENDİKA KANUNU ve DERNEKLER ve TOPLANTI KANUNU DEĞİŞTİRİLEREK, BİR KURUCU MECLİS SEÇİLMELİDİR.<br /><br />ANAYASA’DA, MALİ DEVLET YERİNE İKTİSADÎ DEVLET’E DÖNÜŞ GEREKİYOR...<br /><br />LAİK, SOSYAL, HUKUK DEVLETİ’NİN VURGULANARAK TEYİDİ GEREKİYOR...<br /><br />BU ENKAZ YÜKÜNÜ, R. TAYYİP ERDOĞAN KALDIRABİLİR Mİ? TÜRKİYE’YE YÖN VEREBİLİR Mİ?<br /><br /></span><strong><span style="color:#cc0000;">Prof. Dr. Veysel BATMAZ<br />01.08.2008</span></strong></em><br /><em></em><br /><em></em><br /><em></em><br /><em>“Anayasa Mahkemesi 30 Temmuz 2008 günü, iktidarda bulunan AKP’yi, “laikliğe karşı odak” olmaktan dolayı 10’a 1 oy ile suçlu bulmuştur. Odak olma fiilinin AKP tarafından işlendiğini kabul eden 10 yüksek yargıçtan dördü, AKP’nin devlet yardımından yoksun bırakılması, altısı ise kapatılması ile cezalandırılmasına karar vermiştir. Anayasa’ya göre kapatma cezası nitelikli çoğunlukla verilmediğinden, bu ceza değil, diğer ceza uygulanmıştır. Tam burada Anayasa Mahkemesi bir usul yanlışı yaparak, bu iki ceza için de uygulaması zorunlu olan, “kişilere siyaset yasağını” oylamayarak, Recep Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarına siyaset yasağı koymamıştır. Bu hem esas, hem usul hatasıdır. Anayasa Mahkemesi kararları, verildiği an kesin karar olduğundan, artık tashihi veya temyizi yoktur. Bu nedenle Yargıtay Başsavcısının hemen bir başka iddianameyi Yüksek Mahkemeye sunması gereklidir. Bu iddianame ise kısa bir iddianame olacaktır: Suç işlediği 10 yüksek yargıç tarafından karara bağlanan bir partinin, bu suçun işlenmesine cevaz veren veya suç unsuru taşıyan fiilleri bizzat işleyenlerin de cezalandırılmaları gerekmektedir. Asıl, “siyaset yasağı cezası,” bu gibi durumlar içindir. Yoksa, partinin kapatılması halinde, zaten verilen bu ceza; kapatılmayıp “suçlu” bulunduğu zaman uygulanabilmesi için vardır. Siyaset yasağı uygulanmazsa, “suç işlenmiş ama failler cezasız salıverilmiş” olacaktır. Nitekim, şu andaki Anayasa Mahkemesi kararı bu durumdadır ve eksiktir.”<br /></em><br />Oylama:<br />Haşim Kılıç: Odak olmamıştır- Red Osman Paksüt: Odak olmuştur- Evet Fulya Kantarcıoğlu: Odak olmuştur- Evet Mehmet Erten: Odak olmuştur- Evet Necmi Özder: Odak olmuştur- Evet Şevket Apalak: Odak olmuştur- Evet Zehra Ayla Pektaş: Odak olmuştur- Evet Sacit Adalı: Odak olmuştur- Hazine yardımından mahrum bırakılsın Ahmet Akyalçın: Odak olmuştur- Hazine yardımından mahrum bırakılsın Serdar Özgüldür: Odak olmuştur- Hazine yardımından mahrum bırakılsın Ferruh Kaleli: Odak olmuştur- Hazine yardımından mahrum bırakılsın<br /><br /><br /><strong>Prof. Dr. Veysel Batmaz<br />30 Temmuz 2008, saat: 22:47<br /></strong><br /><br /><span style="color:#003300;">“AKP KAPATILMAYACAK;<br />TAYYİP ERDOĞAN ve 50 KİŞİ YASAKLANACAK;<br />AKP’YE DEVLET YARDIMI KESİLECEK... GÜL’E<br />YASAK HUKUKEN UYGULANAMAYACAK...<br /><br />ANAYASA MAHKEMESİ BU KARARI VERECEK...<br /><br />ÇÜNKÜ, ANAYASA MAHKEMESİ<br />AKP’Yİ KAPATIP, YASAK GETİRİRSE DEAYNI SONUÇ DOĞACAK;<br />NEDEN DAHA “HUKUK İÇİNDE”KARAR ALMASIN?<br /><br />GEREKÇE:<br /><br />AKP “LAİKLİĞE KARŞIT ODAK” OLMUŞTUR.<br />ANCAK ODAK HALİNE GETİRENLER, LİSTEDEKİ 50 KİŞİDİR.<br />BU KİŞİLERİ CEZALANDIRARAK SUÇUN ŞAHSİLİĞİ VURGULANMIŞ<br />OLUR.<br /><br />AKP’YE DEVLET YARDIMI KESEREK DE, “ÖRGÜTSEL ODAK OLMA”<br />DURUMUNUN DEVAMINDAN ÇIKARTILMIŞ OLUR.<br /><br />HEM, TÜRKİYE’DE “PARLAMENTER DEMOKRASİ FİKRİ” RAYINA<br />OTURUR; HEM DE “HUKUK İÇİNDE” KALINIR.<br /><br />ANAYASA MAHKEMESİ’NİN GEÇMİŞ YARGI KARARLARI ve TÜRKİYE’NİN GELECEĞİ AÇISINDAN EN “HUKUK İÇİ” ve “MAKUL KARARI” BU OLACAK...”<br /><br /></span><strong><span style="color:#003300;">Veysel Batmaz<br />29 Temmuz 2008, saat: 14:40</span></strong>Medyapolitenhttp://www.blogger.com/profile/00332494631747202343noreply@blogger.com3tag:blogger.com,1999:blog-14463135.post-38879466995538053392008-07-27T16:55:00.001+03:002008-07-27T17:00:51.040+03:00<a href="http://bp1.blogger.com/_hUpd05xVfeU/SIx_hnIl4wI/AAAAAAAAAUE/k3KQR1U2mkM/s1600-h/nonwesternposter.jpg"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5227693482887734018" style="FLOAT: left; MARGIN: 0px 10px 10px 0px; CURSOR: hand" alt="" src="http://bp1.blogger.com/_hUpd05xVfeU/SIx_hnIl4wI/AAAAAAAAAUE/k3KQR1U2mkM/s400/nonwesternposter.jpg" border="0" /></a><br /><div><span style="font-size:130%;"><strong><span style="color:#ff0000;">TÜRK-İSLAM SENTEZCİLİĞİ ÇÖKÜYOR...</span></strong><br /></span><br />TÜRKLÜK İLE İSLAMLIK ARTIK AYRIŞACAK.<br /><br />BUNU, TÜRKÇÜLERE KARŞI İSLAMCILAR YAPIYOR. GERİ PLANDA İSE “GLOBALİZM” VAR.<br /><br />1940’DA ŞEMSETTİN GÜNALTAY’IN TÜRK TARİH KURUMU BAŞKANI OLARAK, MUSTAFA KEMAL’İN TARİH TEZİNİ OKUL KİTAPLARINDAN ÇIKARTMASI İLE BAŞLAYAN “TÜRK-İSLAM SENTEZCİLİĞİ” İDEOLOJİSİ, BİR İNGİLİZ-SİYONİST “DAYANIŞMASI” OLARAK, ORTA-DOĞU’DAKİ İMPARATORLUĞU ÇÖKERTMEK İÇİN 100 YIL KADAR ÖNCE ORTAYA ÇIKMIŞTI. KÖKENLERİ YAHUDİ VAMBERY’E KADAR GİDER (1850)...<br /><br />[HERKES 1948’DE BAŞBAKAN OLAN Ş. GÜNALTAY’IN ZULMETTEN NUR’A KİTABININ ÜÇ BASKISINI KARŞILAŞTIRARAK OKUMALI VE MACARİSTAN MENŞELİ “TURAN” MASALININ KİM TARAFINDAN “TÜRKLÜK” İÇİN İCAT EDİLDİĞİNİ ÖĞRENMELİDİR. 1800’LER SONRASINDA TÜRKLÜK VE/VEYA MİKRO MİLLİYETÇİLİK İLE UĞRAŞAN TÜM AKİL ADAMLAR SİYONİST YAHUDİLERDİR. 1848’DE, MİLLİYETÇİ AKIMLARIN “ENTERNASYONAL”İ OLAN SIRP KONGRESİ TARİHİ ÖĞRETİCİDİR.]<br /><br />1946-50 ARASINDA ÇEŞİTLİ “BAŞBAKANLARCA” PEKİŞTİRİLEN, YA DA “PEKERLEŞTİRİLEN” TÜRK-İSLAM SENTEZCİLİĞİ, 1950-90 ARASINDA CUMHURİYET’İN, MUSTAFA KEMAL’E HIYANET DERECESİNDE ÜST RESMİ İDEOLOJİSİ OLDU.<br /><br />ABD’NİN DÜNYA İMPARATORLUĞUNA TERFİ ETMESİYLE, TÜRK-İSLAM SENTEZCİLİĞİ, KILIK VE MİLLİYET DEĞİŞTİREREK, TÜM MÜSLÜMAN TOPLULULUKLARA PERÇİNLENDİ. KUZEY AFRİKA’DAN AFGANİSTAN’A KADAR, “YEŞİL KUŞAK” STRATEJİSİNİN ARKASINDA, HER ÜLKEDE KENDİ MİLLİYETİ İLE ADLANDIRILABİLECEK BİR “TÜRK”-İSLAM SENTEZCİLİĞİ GÖRÜLEBİLİR. SOVYETLER DE BU “SAĞLAM” İDEOLOJİYE KARŞI PEK BİR ŞEY YAPMADI. MARKSİST CENAHTA, KIVILCIMLI VE AVCIOĞLU BU DURUMU İLK GÖRENLERDENDİ. HER İKİSİ DE, SOVYETÇİLER VE MAOİSTLER TARAFINDAN DIŞLANDI.<br /><br />TÜRK-İSLAM SENTEZCİLİĞİNİN, 1991 İLE SOĞUK SAVAŞ SONA ERDİĞİNDE ARTIK TEDAVÜLDEN KALKMASI GEREKİYORDU. NATOCU GLADYO’LAR İŞTE O TARİHTEN SONRA, ULUSAL “ERGENEKON”LARA DÖNÜŞTÜ. “YEŞİL KUŞAK” DA, ILIMLI İSLAM’A...<br /><br />1990’LA BİRLİKTE, GLADYO’LARIN ARKASINDA ABD DESTEĞİ YOK OLMAYA BAŞLARKEN, NATO KONSEPT DEĞİŞTİRDİ. 12 EYLÜL’DE HERBİRİ SIKI AMERİKANCI OLAN GLADYO-ERGENEOKON ÜYELERİ, (ÖRNEĞİN, H. TOLON, Ş. ERUYGUR, V. KÜÇÜK, O SIRALARDA ZİVERBEY DAMLARINDA KOMÜNİST AVLIYORLARDI) ARTIK İLHAN SELÇUK’LARA HAK VERİR HALE GELDİLER. ARALARINDA, KARŞILIKLI BİR İDEOLOJİK DÖNÜŞÜM YAŞANDI.<br /><br />1991-2002 ARASINDA YAŞANAN VUR-KAÇLARIN TOZU DUMANI İÇİNDE, 12 EYLÜL’ÜN “KARA PARA İLE KALKINMA” MODELİNİN YÜRÜTÜCÜSÜ GLADYO-ERGENEKON, 1990’DA YAŞANAN KIRILMA İLE BAŞIBOŞ HALE GELDİ. ARKASINDA NE ABD, NE DE İDEOLOJİK DAYANAK MEVCUTTU.<br /><br />28 ŞUBAT DA, GLADYO-ERGENEKON’A SON DESTEĞİ SAĞLAYAMADI. MUSTAFA KEMAL’İN 1919-1939 ARASINDA YAPTIKLARININ TAMAMI, 28 ŞUBAT BELGELERİ VE A(B)DIÇLARI İLE “ATATÜRKÇÜLÜK” ADINA BİR BİR SİLİNİYORDU.<br /><br />ARTIK GLOBALİZM, HEM KAVRAM HEM DE İŞLEYİŞ OLARAK EGEMENLİĞİNİ, ULUSAL DEVLET İÇİNDE İŞLEVSEL OLAN GLADYO TÜRÜ ÖRGÜTLENMELERLE SAĞLAMAKLA VAKİT GEÇİREMEZDİ; GLOBALİZM AÇISINDAN TÜRK-İSLAM SENTEZCİLİĞİ İDEOLOJİSİNİN BİR ULUS DEVLET İDEOLOJİSİ OLMASINDAN KAYNAKLANAN BU ZAAFİYETİ, 2001’DE BAŞLAYAN, 2008’DE SONUÇLANAN “ERGENEKON” TAKİPLERİ, SORUŞTURMALARI VE KOVUŞTURMALARI İLE BERTERAF EDİLMEYE BAŞLANDI. BU SÜREÇTE AKP SADECE KONJOKTÜREL OLARAK İMAL EDİLMİŞ BİR MAŞADIR.<br /><br />ERGENEKON DAVASI, TÜRKİYE’DE, 1940’DAN SONRA, MUSTAFA KEMAL’E KARŞIT OLARAK OLUŞTURULAN TÜRK-İSLAM SENTEZCİLİĞİNE İNDİRİLMİŞ BİR DARBE; MUSTAFA KEMAL’E DÜŞMAN ILIMLI İSLAMA GEÇİT VEREN BİR GLOBAL OPERASYONDUR.<br /><br />AKP KAPATILIRSA, BU SAVAŞIN DAHA UZUN SÜRECEĞİ SÖYLENEBİLİR. KAPATILMAZSA, ARTIK ZAFER MUKADDERDİR. ERGENEKON DAVASI, HUKUKİ BİR DAVA DEĞİL, GAZETE HABERLERİ, KİTAPLARI, TELEVEZİYON GEVEZELİKLERİ İLE İDEOLOJİK BİR MEDYA MANEVRASIDIR. BİRBİRİ İLE İLİŞKİSİZ; ÇİŞ BİLE YAPAMAYACAK DENLİ BASİRETSİZ VE STK’LARINDAN BAŞKA BİR GÜÇLERİ KALMAMIŞ ESKİ TSK’CILARIN İÇİNDE YER ALDIĞI , OKU OKU BİTMEYECEK UZUNLUKTA BİR VODVİL ŞEKLİNDE YAZILAN İDDİANAMENİN, SAVCI TARAFINDAN BULUNDUĞU İDDİA EDİLEN DELİLLERİNİ SAĞLAYAN “MERKEZ”LER, BU “MEME’SEL” İDEOLOJİK MANEVRAYI GÜZEL İDARE ETMEKTEDİRLER.<br /><br />ŞU SIRALARDA, ILIMLI İSLAM’IN TAYYİP ERDOĞAN İLE DEĞİL, ABDULLAH GÜL İLE YÜRÜMESİ GEREKTİĞİ KONUSUNDA KAFASI KARIŞIK OLAN BU MERKEZ’LERİN KARARI, AKP DAVASINI BELİRLEYECEK GİBİ GÖRÜNÜYOR.<br /><br />AKP KAPATILMAZ, FAKAT T. ERDOĞAN VE 70 ARKADAŞI SİYASİ OLARAK YASAKLANIR VE AKP’YE DEVLET DESTEĞİ (PARASI) KESİLİRSE, ERGENEKON (TÜRK-İSLAM SENTEZCİLİĞİ) TAM ANLAMIYLA TASFİYE OLMUŞ DEMEKTİR.<br /><br />AMA ŞU ARTIK GERÇEK Kİ, PERDE TÜRK-İSLAM SENTEZİ İÇİN ARTIK KAPANMIŞTIR. BİR SONRAKİ SAHNEDE ILIMLI İSLAMIN KİM TARAFINDAN SÜRDÜRÜLECEĞİ REPLİKLERİ HAZIRLANMAKTADIR.<br /><br />NOT: Sürecin Global Modernite içinde sınıfsal analizi yapılmalıdır. Bu konuda Kıvılcımlı ve Avcıoğlu (karşıt gözükseler de,) yol göstericidir.<br /><br />27 Temmuz 2008<br />PROF. DR. VEYSEL BATMAZ</div>Medyapolitenhttp://www.blogger.com/profile/00332494631747202343noreply@blogger.com3tag:blogger.com,1999:blog-14463135.post-49904551152800552252008-05-13T20:00:00.003+03:002008-05-13T20:12:18.269+03:00<a href="http://2.bp.blogspot.com/_hUpd05xVfeU/SCnK0gw0LMI/AAAAAAAAASI/L6m-whhk4-s/s1600-h/narc01r.jpg"><strong><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5199910248272637122" style="FLOAT: left; MARGIN: 0px 10px 10px 0px; CURSOR: hand" alt="" src="http://2.bp.blogspot.com/_hUpd05xVfeU/SCnK0gw0LMI/AAAAAAAAASI/L6m-whhk4-s/s400/narc01r.jpg" border="0" /></strong></a><span style="font-size:78%;"><strong>Echo ve Narcissus - John William Waterhouse</strong><br /></span><br /><strong>AÇIK İSTİHBARAT’A AÇIK MEKTUP</strong><br /><br /><strong>Behiç Bey:<br /></strong><br />Fatma Sibel Yüksek’in, “kendine hayran bir kişi olarak” Tuncay Özkan ile ilgili eleştirel ve ruh haleti inceleme yazısını, Erhan Göksel ile birleştirmesi kendi tercihidir ve ifade özgürlüğünün “mütemmim cüz” olarak kabul edilegeldiği demokrasilerin temel unsurudur.<br /><br />Ancak, cici “Atatürkçülük” yaptığı halde gizli açık üst rütbeli Atatürk-Düşmanları’nı kanalında çalıştıran; Cumhuriyet mitingleri gibi, düzenleyenlerin de hafsalasını aşmış bir halk akışı olan Cumhuriyet Mitinglerinin fırsatçılığı ile 1 milyon kişiyi cep telefonu gibi teknolojik bir örgütlenme aracı ile siyasal hedefle birleştirdiğini iddia etmekle açıklayan; ve sonra da kanalının Fethullahçı olarak bilinen yeni-yetme bir medya baronuna “satan”, Aydın Doğan Grubu eskisi ve hizmetkârı Tuncay Özkan gibi bir eyyamcıyı, okurunuzun göz önüne bir kez daha getirmek gibi doğru bir iletişimsel eylem yaparken, Fatma Sibel Yüksek’in Erhan Göksel ile ilgili yazısını birlikte yayınlamanız, insaf sınırlarını aşan bir iletişim “özgürlüğüdür.” Tam bir iletişim kazasıdır, hatadır. Bu hata, zamanla daha iyi anlaşılacaktır.<br /><br />Unutulmamalıdır ki, Fatma Sibel Yüksek de, eleştirdiği Erhan Göksel gibi, doğruları dile getiren, Türkiye’de yaşayanlarla Türk halkına önemli açılımlar sağlayan ve bu açılımları bilgi ve belgelere, kişisel tanıklıklara dayandıran bir gazetecidir ve önemlidir.<br /><br />Burada, sizin ve açıkistihbarat okurlarının dikkatlerine sunmak isterim ki, Fatma Sibel Yüksek’in Erhan Göksel ile ilgili yazısının aynısı, Fatma Sibel Yüksek için de yazılabilir. Benim için de, sizin için de. Hâttâ, değmez ama Tuncay Özkan için de.<br /><br />Tuncay Özkan ise, Erhan Göksel ile yanyana getirilemeyeceğinin son “satışı” ile kendi kendine kanıtlanmış olmasının, Fatma Sibel Yüksek tarafından önceden görülememiş olmasını bir gazeteci öngörüsüzlüğü olarak bir yana bırakırsak, Fatma Hanım tarafından az bile yazılmış durumdadır. Ancak, kendine hayran olan sadece, Tuncay Özkan değildir. Hepimiz öyleyiz. Olmasaydık, egomuz olmaz, superegomuzla haşır neşir olarak, libidinal enerjimizi hayvanlar gibi içgüdüsel boşaltırdık. Tam bir otoriteryen kişi olurduk ve karşı kişilerle ilişkimiz patalojik olurdu. Doğa canlılara libidinal enerjiyi verirken, toplum da insanlara “ben” olmayı öğretiyor. Unutmayın ki, kendine hayran olmak, başkalarına hayran olmayı da içerir. Eğer içermezse, o zaman tehlikeli boyutlara yükselebilir.<br /><br />Yazılarını okurken Fatma Sibel Yüksek’in kendisinde de yüksek düzeyde varolduğunu benim bir uzman olarak uzun zamandır saptadığım “kendine hayranlık duygusu” ile bir kişinin siyasal tavrını ve halk ile olan ilişkilerini anlayamayız.<br /><br />Kendine hayranlık duygusu olmadan, insanlarla ilişki kurulamayacağını bilmek ve yukarıdaki Freudiyen özetlemeyi daha iyi anlamak için için benim Galip İsen ile yazdığım <strong><em>Ben ve Toplum: Sosyal Psikolojiye Giriş</em></strong> kitabını şöyle bir karıştırmak yeterlidir. Bu kitabı 1985 yılında ilk yayınlayan kişi Erhan Göksel’dir.<br /><br />Özetle, Tuncay Özkan için, “kendine hayranlık” saptaması dışında uyuştuğum bir eleştiri yazısına, tekraren Erhan Göksel’i de monte etmek bence uygun değildir. Bunu ilk yazdığı sırada Fatma Sibel Yüksek Hanım’ın sehven yaptığına inanıyorum. Fatma Sibel Yüksek’in, içinde yaşadığımız muazzam olaylara gebe bir dönemi, “kandine hayran olma” duygusu açısından ele alarak, haksız bir Erhan Göksel eleştirisi yapması ise, sehven değilse, bilgisizce yanlış ve fuzulidir. Çünkü, bir çoğumuz gibi, Erhan Göksel de kendine hayran olduğu kadar başkalarına, insanlık tarihinin çok önemli kişi ve olgularına hayrandır. Eminim Fatma Sibel Yüksel de kendine hayrandır. Hayran olduğu başkaları da vardır.<br /><br />Bir de son olarak şunu belirteyim ki, Fatma Sibel Yüksek’in Erhan Göksel ile ilişkin yazısında bariz maddi hatalar mevcuttur. Bir gazetecenin, çok hata yapması kaçınılmazdır ama maddi hata yapması ortaya çıkarsa, insanın kendine hayranlık duygusu paramparça olur ve superego insanı teslim alır ve insan zor psikolojilerle karşı karşıya kalır. Fatma Hanım Erhan Göksel ile ilgili bazı yorumlarında da, bilemeyeceği konularda, örneğin, “Gerçek Gelecek” programına geribesleme yapılış tarzı konusunda, yanlışlıklar yapmaktadır.<br /><br />Fatma Sibel Yüksek Hanım, uzmanı olmadığı bir kavramı yanlış kullanarak, aynı zannettiği birbirinden farklı iki kişiden biri olan Erhan Göksel’e haksızlık yapmıştır. Siz de bu haksızlığı tekrar ediyorsunuz. Bu zamanla daha iyi ortaya çıkacaktır.<br /><br />Eleştiri herkesin hakkıdır, doğal ki kırıcı ve yıpratıcı olmalıdır ama doğru kavram ve bilgilerle...<br /><br />Yaşadığımız bu günlerde, Fatma Sibel Yüksek’in daha güzel ve yanlışsız yorumları ve enformasyonuna muhtacız. Erhan Göksel’inkine daha fazla muhtacız.<br /><br />Uzun olacak ama size beş ayrı Narkissos hikâyesi ekledim bu yazının sonuna... “Kendine hayran olmanın” kadim bir insanlık ögesi olduğuna dair... Bir tanesi de Can Yücel çevirisi, o kadar güzel ki, Ovadius bile yazamazdı böylesini...<br /><br />Bernard Shaw’un “cehalet” için dediği gibi, “hiç kimseye zararı yoktur, fakat hareket etmeye başlarsa, yandınız.”<br /><br />“Kendine hayranlık,” başkalarına nefrete dönüştüğü anda harekete geçer. Kibir ve mağrur olmak ile karıştırılmamalı.<br /><br />Tuncay Özkan ile Erhan Göksel’in de yanyana anılması, bundan sonra olmamalı.<br /><br /><strong>Prof. Dr. Veysel Batmaz</strong><br /><br /><em>Narkissos, kadınları küçümseyip hiçbiri ile görüşmez. Onu gizlice seven nymphe (orman perisi) Ekho bu duruma çok üzülür ve tek başına bir mağaraya çekilip orada kendiliğinden erir, bütün vücudu yok olup, kanı buhar olur. Latin Şairi Ovidius der ki "Onun sesinden ve kemiklerinden başka bir şey kalmadı; sesi ses olarak saklandı, kemikleri bir kaya biçimini aldı. O günden beri dağ başlarında görülmez; fakat acı ile kıvrandığı derin ormanların içinde, kendisini çağıranlara ses verir.”<br /><br />Aphrodite, hor görülen bu zavallı nymphe'nin öcünü alır. Bir gün Narkissos, bir pınarın duru suları üzerine eğilince suda kendi aksini görür ve ona yani kendisine delice aşık olur. Durup ona uzun uzun bakar; bundan hem zevk hem de acı duyar. Aşk içini yakmıştır bir kere o da kendi aşkından erir, biter. Onun yerine, adını taşıyan ve güzel delikanlının hayatını hatırlatan sarı çiçek biter.<br /><br />Ya da,<br /><br />Mordoğan Narcissus efsanesinin doğuş yeridir. Narcissus Mimas Dağı önünde İonya Kentinin denize bakan böğürtlen ormanlarının bulunduğu platoda bulunan küçük gölcükte sürekli olarak suya akseden kendi görüntüsünü seyredermiş. Narsizm yani kendini sevme bu efsaneden adını almıştır. Narcissus göl kenarında kendini hayran hayran seyrederken ölmüş ve bir yıl sonra öldüğü yerde mis gibi kokan çiçekler çıkmış, Tanrıların Tanrısı Zeus'un kızı Echo (Eşo) açan çiçeği çok beğendiği ama asla yüz bulamadığı Narcissus'un göbeğine benzettiği için, bu mis gibi kokan çiçeğe narcissus adını vermiş dilimize nergiz olarak gelmiştir. Nergiz birçok yörede yetişmekle birlikte Karaburun Yarımadasındaki kokusunu başka yörede asla salmamaktadır.</em><br /><br /><br /><strong>Narkissos</strong><br /><br /><em>Ekho görünce Narkissos'u bir sessiz kırda dolaşırken<br />arzu sardı gönlünü, düştü gizlenerek izlerinin ardına:<br />bır çınarın ucuna sürülmüş yanıcı kükürt<br />beri getirilen alevi nasıl kaparsa<br />Ekho da yaklaştıkça ona daha yakından yanıyordu aşkla.<br />Kaç kere okşayıcı gözlerle ona sokulmak,<br />kaç kere yumuşak dileklerini ona sunmak istedi;<br />yaradılışı vermedi izin söze başlamaya,<br />bekleyebilirdi ancak sözleri ki onlara cevap yollayacak.<br />Bağırdı: “Orada kim var?”, “Var” diye cevap verdi yankı.<br />“Ölmek yeğdir” diye bağırıyordu “olacaksa senin her şeyim”.<br />Ekho başka bir şey söylemedi: “Senin her şeyim.”<br />Berrak bir pınar vardı, dalgalarında gümüşler oynaşır,<br />Ona ulaşan ne bir çoban, ne otlayan bir keçi, ne bir sürü,<br />Ne vahşi bir hayvan, ne ağaçtan düşen bir dal;<br />tek bir kuş bile yoktu onun sükununu bozan.<br />Çevresinde en yakın suyla beslenir bir çayır,<br />ve oranın güneş ışığıyla ısınmasına engel olan orman.<br />Pınar ve yerin güzelliği çeker onu kendine,<br />uzanır Narkissos av yorgunluğu ve sıcağın verdiği ağırlıkla yere,<br />Gidermek isterken susuzluğunu, artıyordu bir yandan susuzluğu;<br />içtikçe suya vuran güzelliğine hayran,<br />seviyordu tensiz bir hayali, vücut sanıyordu sulardakini<br />Donakaldı Paros mermerinden bir heykele benzeyen o aynı yüzle<br /></em><div><em>kımıldamaksızın, bakıyordu kendine kendi şaşkın şaşkın...</em></div><div><em>Bilmeden kendini arzuluyor, severken onu kendini seviyor,</em></div><div><em>isterken kendini istiyordu, içini yakan ateşi tutuşturan da kendisiydi.</em></div><div><em>Kaç kere faydasız öpücükler sundu aldatan pınara...</em></div><div><em>Ellerini kaç kere daldırdı, boşa kavuştu kolları sularda.</em></div><div><em>Neyi gördüğünü bilmiyor, fakat yanıyordu onunla,</em></div><div><em>gözleri aldatan hayal onu coşturuyordu.</em></div><div><em>Anlıyorum, o benim, aldatmıyor beni artık hayalim.</em></div><div><em>Tutuşturan da ben, yanan da,Kendime olan sevgimle yanıyorum.</em></div><div><em>Ne yapayım? İstemeyim mi? İsteyeyim mi?İstenecek ne kaldı artık?</em></div><div><em>Beni yoksul ediyor varlığım;</em></div><div><em>arzuladığım benimle.</em></div><div><em>Ayrılabilsem vücudumdan; garip bir dilek seven için ama,</em></div><div><em>sevdiğim uzak olsa keşke. Kemirsin artık gücümü acı,</em></div><div><em>ve geldi son günleri ömrümün,</em></div><div><em>göçüyorum hayatımın baharında.</em></div><div><em>Ölüm gelmeyecek bana ağır dinecekse acılarım.</em></div><div><em>Sevdiğim daha ömürlü olsun dilerim.</em></div><div><em>Ve şimdi can verelim ikimiz bir solukta.</em></div><div><em>Şunlar oldu son sözleri gözlerini</em></div><div><em>ayırmadan sulara bakan Narkissos’un:</em></div><div><em>“Ey boş yere sevdiğim çocuk”; yer tekrar iletti dileklerini.</em></div><div><em>“Elveda” deyince o, bağırdı Ekho: “Elveda”.</em></div><div><em>Yorgun başını dayadı sık çayırlığa,</em></div><div><em>ölüm kapadı efendilerinin güzelliğine hayran gözlerini.</em></div><div><em>Hala bakıyordu kendine, yeraltına göçtükten sonra bile;</em></div><div><em>bakıyordu Styks sularına. Dövündüler bacıları Naiaslar</em></div><div><em>kesik saçlarını yanı başına koydular; dövündüler Dryaslar,</em></div><div><em>Ekho da katıldı onlara. Tam sedyeyi, odun yığınını,</em></div><div><em>titreyen meşaleleri</em></div><div><em>hazırladılar, vücut yoktu hiçbir yerde,</em></div><div><em>yerinde</em></div><div><em>sarı göbeğini</em></div><div><em>beyaz yaprakların kucakladığı bir çiçek buldular.</em></div><br /><div></div><br /><div><strong><span style="color:#ff0000;">Ovidius,</span></strong> (Çeviri Can Yücel), <strong>Tercüme Mecmuası,</strong> 1944<br /><br /><br /><em>“Echo; ormanın derinliklerinde yaşayan çok güzel bir su perisiydi. Öylesine duru bir güzelliği vardı ki, görenler dönüp bir daha bakmaktan kendilerini alamazlardı. Gelgelelim, Echo'nun büyük bir derdi vardı; Ne zaman konuşmaya başlasa susmak bilmiyordu, o dillere destan güzelliğine bile gölge düşüyordu bu huyu. Günün birinde Echo'nun bitip tükenmek bilmeyen gevezeliği tanrılar tanrısı Zeus'un karısı evlilik tanrıçası Hera'nın sabrını taşırdı ve Echo'nun sadece duyduklarının son kelimesini tekrarlamasını sağlayacak bir büyü yapmaya karar verdi. Böylece Echo, ormanda hep başkalarının en son söyledikleri sözleri tekrar ederek ama hiç konuşmadan günlerini geçirmeye başladı. Günler günleri kovaladı, birgün ormanın derinliklerine doğru bir avcı süzüldü. Echo, bu güçlü kuvvetli yakışıklı gence tutuluverdi, ormandaki sıkı koruluklar kalkanı oldu Echo'nun ve takip etmeye başladı aşığını. Narcissus herşeyden habersiz ormanın derinliklerinde ilerlerken, Echo onu gözden kaybetmeden, onunla birkaç kelime edebilmek için yanıp tutuşarak ilerliyordu adım adım, ama Hera’nın hain büyüsü yüzünden tek bir kelime bile edemeyeceğini bilerek... Nihayet o an geldi ve Narcissus, "Merhaba" dedi Echo'ya sadece tekrar edebildiği aşığının dediğini Hera'nın kendisine yaptığı büyüye lanet ederek... "orada biri mi var? diyebildi. Echo'da umutsuzca... Kibirli Narcissus, konuşmanın böyle sürüp gitmesinden, bir su perisine bu kadar vakit ayırmaktan sıkılmış bir halde Echo'dan ve ormandan öfke içinde ayrıldı. Güzeller güzeli su perisi Echo, üzüntüsünden, ne yaparsa yapsın sevdiği adama hiçbir zaman ulaşamayacağını bilmenin ağırlığından olsa gerek günler ve geceler boyunca kendisini hapsettiği dağda ağladı, ağladı, ağladı ve sonunda taşa döndü.Kibirli Narcissus başkaları onu yücelttiği sürece iyi, aksi takdirde ise sadece umursamayarak devam etti yoluna... Olympos'un ihtişamlı tanrıları Narcissus'un yaptıkları ve yaşadığı hayatı yüzünden köpürdüler öfkelerinden zavallı bir ölümlünün bu denli kibirli olmasını cezalandırılmayı hakkettiğine oybirliğiyle karar verip, bir oyun hazırladır. Güzel bir yaz günü, Narcissus ormanda avlanırken, küçük bir göle ulaştı, susuzluğunu gidermek için eğildiğinde, çok yakışıklı bir adamın aksini "yani kendisini" gördü... heyecanla bu adama dokunmak için suya daldırdı elini, suda hareler oluştu ve akis görünmez oldu... Tanrılar ona orada kalıp kendi görüntüsüne hayranlıkla bakması için büyü yaptıklarından, Narcissus yemeden içmeden kesilip günlerce kendi aksine hayran hayran baktı. Sonunda oracıkta ölüp gidiverdi ve cansız vücudu ölüler ülkesine taşındı yeraltı tanrısı Hades tarafından yeni bir ölü kazanmanın sevinciyle yeraltı ülkesine... Narcissus kendi aksini günlerce büyük bir hayranlıkla seyrettiği yerde de güzel kokulu nergis çiçeği yetişmeye başladı ormanın bu en güzel köşesinde... Mordoğan’da, Çeşme-Karaburun’da...Gördüğnüz her nergis çiçeğinin size kibirli ve mağrur olmak yerine, kendinizle barışık olmanızı hatırlatması dileğiyle...”</em> <strong>Yaprak Korkmaz, <em>Arkas </em>Aylık Dergi – Ekim 2001. </strong></div>Medyapolitenhttp://www.blogger.com/profile/00332494631747202343noreply@blogger.com3tag:blogger.com,1999:blog-14463135.post-40828114531603004392008-04-11T10:55:00.001+03:002008-04-11T11:00:00.290+03:00<img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5187894355947174066" style="FLOAT: left; MARGIN: 0px 10px 10px 0px; CURSOR: hand" alt="" src="http://4.bp.blogspot.com/_hUpd05xVfeU/R_8abhp8OLI/AAAAAAAAAQE/lURfiLLiVpI/s200/fransa+afis.jpg" border="0" />TÜRBAN TAYYİP ERDOĞAN’A KARŞI TUZAK MI?<br /><br />Türbanlıya yüksek eğitim serbestisi, sadece AKP’ye karşı değil, Tayyip Erdoğan’a karşı da bir tuzak olarak örülen gizli ve istihbari bir gelişim gösterdi. MHP’nin serptiği bu çapari oltasına düşen Başbakan, kendisine yakın bir kişi ve/veya kişilerden gelen, ‘MHP’nin AKP’den önce türban atağı yapacağı’ istihbari bilgisi ile hareket ederek, aklında hiç olmayan türban konusunu, İspanya’da “velev ki” ile başlayan artık kendisi de bir siyasi simge haline gelmiş cümle ile gündeme taşıdı. “Velev ki” ile başlayan açılımın, Başbakan’ın bir basın toplantısında bir gazetecinin sorusuna cevap olarak verilerek işleme sokulduğu söyleniyor. Peki, bu soruyu soran GAZETECİ kim? Bu gazeteci, istihbari bilgiyi Başbakan’a veren kişi ile ilişkili mi? Bu olayların ardından Zapsu’nun, türbanı “don”la eşitleyerek AKP yönetiminden istifa etmesi ve ardından kapatma davası ve MHP’nin, YÖK 17. madde şartlı yan çizmesi geldi. Karşıt harekat da başladı, Ergenekon ve Akdeniz Üniversitesi’ndeki MHP kaynaklı olduğu ileri sürülen bir provakasyon.<br />Ergenekon ve Akdeniz Üniversitesi provakasyonu belli ki, MHP’yi ve ulusalcıları bir çırpıda köşeye sıkıştırma cilveleri. Çünkü konu, PKK ile savaşımdan çıkartılarak bir “kız” davasına dönüştürüldü. Erdoğan ile Doğan medyası arasında gerilimli çapraşık çıkarsal ilişkiler mi söz konusu?<br />Ne yazık ki, oynanan bir stranç değil; sadece basit bir dama oyunu. Sadece oyuncu sayısı iki değil, dama tahtasının her iki yanında daha fazla.<br />Türkiye’nin basit siyasal yapısına uygun, dama taşlarının beceriksizce oynandığı bir ekonomi-politik şaklabanlık, tüm bunlar.<br />Dünyadaki büyüyen ekonomik kriz, globalleşmenin İslamcılıkla ilgili tavır değiştirmesi, Orta Doğu’da, Çin, İran ve Rusya mihverinin, ayrı ayrı ve tek tek oluşmaması için yapılan ABD manevraları ve gelişmeleri dangalakça izleyen kendi sorunlarına boğulmuş ve Dolara karşı değerlenen Avro karşısında yeni bir 1972 darbesi yemeye ramak kalmış bir AB.<br />İçerdeki görünüm de, Tuzak kuran MHP’nin hamlesine karşı, AKP’nin elindeki türban oyuncağını kaptırmamaya çalışan bir çocuk gibi davranması. İşin özeti bu.<br />Ancak, konunun sadece kurumsal olarak AKP ile ilişkisi yok.<br />Tayyip Erdoğan bu dama oyununda kilit isim.<br />Biliniyor ki, Tayyip Erdoğan gittiğinde AKP diye bir kurum yok.<br />Gül ile arasındaki mesafeyi, Abdüllatif Şener’le yaptığı gizli görüşmede, Gül’ü odadadan çıkartma boyutlarına vardıran Erdoğan, AKP içinde Abdüllatif Şener’in tasfiyesi sürecinde bağlaşık olduğu Abdullah Bey ile, zorunlu olarak ayrılma noktasında. İşin bu boyutunda, Arap İslamı ile Anadolu varoş İslam’ı çarpışıyor. Buna, global İslamcı kapitalistler ile (büyük oranda Anadolu Kaplanları ve Çorum-Kayseri sermayesi), kent eteklerinde konuşlanmış büyük bayii ve ticaret sermayesinin taşra İslamcılığı arasındaki çelişki diyebiliriz. Yani, ABD kartelleri ile bağ kurmaya hazır Gül çevresi ile, AB ile dost geçinmeye ve özgürlüklere eğilimli Erdoğan çevresi savaşı olarak bakabiliriz, bu muharebeye; dama tahtasının iki rakip oyuncusu bunlar. Abdüllatif Şener’in Tayyip Erdoğan’a olan yakınlık çabası da gözden kaçırılmamalı. Yoksa, MKYK’da neden anlatsın o eski anektodu, Şener?<br />Tahtanın bir ucunda, tabii, Gül’e yardım eden taraf garip bir biçimde ulusalcı olduğunu hiç bir zaman ifade etmeyen, hâttâ, MHP MKYK Üyesi Doç. Dr. Vedat Bilgin tarafından ilan edildiği gibi, “ulusalcılık, milliyetçiliğe tehdittir.” özdeyişiyle tanımlanan bir kararlılığa sahip MHP’nin Bahçeli yönetimi. Hatırlayacaksınız, bu yönetim, 2002 yılında da, aynı safta yer alarak, AKP’ye seçim hediye etmişti. O zaman ise, Erdoğan, Arınç, Gül ve Şener, görünüm olarak birlikteydiler. Doç. Dr. Vedat Bilgin de, “türban’a üniversitede özgürlük” bildirisinin mimarlarından biri. [Ben, türban konusunda, çok net bir tavra sahibim: Türbanın temsil ettiği her şeye karşıyım, ancak türbanlı öğrencinin yüksek öğrenim hakkından yanayım.]<br />Tahtanın diğer kenarında ise, Erdoğan yalnız. Ya da, rakibinin adamları ile çevrili. Belki yanına yaklaşmakta olan eski tasfiyesi Şener? Uzak ama ilginç bir olasılık. Bizde politik dama işte böyle safsata ile oynanıyor.<br />Peki, bu aşamada, Erdoğan’a karşı olan tarafın Erdoğan yanında konuşlandırdığı “bazı” kişiler kimler? Edibe Sözen, Egemen Bağış, Ömer Dinçer, Cüneyt Zapsu’nun, Erdoğan ile samimi ilişkileri belki de derin bir “söylem” analizini gerekli kılıyor. Ömer Dinçer ile Ahmet Davutoğlu ilişkisi önemli. Mahçupyan’ın, Tayyip Erdoğan’a, “itidalli olma” tavsiyesi de... Bu grupta öne çıkan iki isimi, AKP’ye yakın çevreler ve Gülenist açılımlara sahip mecralar dillendirmeye başladı bile.<br />Burada dama oyunun satrança dönüşmesi olasılığını özden kaçırmamak lazım. Ama “beginners” bir satranç: İhlas Holding bir yanda, Gülenist hareket bir yanda, Erdoğan, Arınç, Gül ve Şener kutupları diğer yanda... Dört kutuplu Seyyid Kutup gibi.<br />İşte aşağıda Gülenist tarafa yakınlığı ile bilinen Internet sitelerinde yayınlanan iki haber ve iki saptama bu “bilgi”leri, “iyi” bir biçimde veriyor bizlere:<br /><br /><strong>AKP İçindeki Ajan Budur...</strong><br /><br /><a href="http://www.aktifhaber.com/news_detail.php?id=164348">http://www.aktifhaber.com/news_detail.php?id=164348</a> : Emin Değer/iyibilgi.com<br />10 Nisan 2008 12:45<br /><br />Kapatma davasına temel teşkil eden adımların atılmasında AKP içinde bir ajan olduğu, ve Başbakan'ı sürekli yanlış yönlendirdiği iddia ediliyordu. O isimle ilgili ilk ipuçlarına varmaya başladık. Şu soruya cevap arıyoruz: Başbakan'a İspanya'da başörtüsüyle ilgili zamansız açıklama yaptırarak hem başörtüsüyle eğitim hakkının engellenmesine, hem de AKP'ye karşı kapatma davası açılmasına neden olan kişi kim?<br /><br />Geçen gün, AKP, kısa tarihinin en kritik MKYK toplantısını gerçekleştirdi. Toplantı her ne kadar önümüzdeki kapatma sürecinin nasıl yönetileceğinin planlanması için yapılmış da olsa; “Biz nerde yanlış yaptık?” sorusunun etrafında birkaç tur atıldığını tahmin etmek zor değil. (...)<br />Yargıtay Başsavcısı Yalçınkaya'nın “türban düzenlemesi olmasaydı kapatma davasını açamazdık” diyerek itiraf ettiği bu krizin AKP kadar zarar verdiği kesimin yıllardır üniversite kapılarında zulüm gören başörtülü kızlar olduğu çok açık. Demek ki; aradığımız isim böyle bir vebali almakta tereddüt etmeyecek bir din algısına sahip ya da algısızlığına. Son olarak da bu durumun AKP'yi kimlere muhtaç ettiği sorusuna cevap bulalım. Hemen kolaylıkla Amerika cevabını veriyoruz. AKP, karşılaştığı hukuk darbesinden en az zararla çıkmak için Amerika ile bir pazarlığa oturmaya zorlanmış olabilir. Biliyoruz ki bir NATO ülkesi olan Türkiye'de, bugüne kadar Amerika'nın istemediği, en azından göz yummadığı hiçbir darbe olmadı, olamaz da. Fiziksel olarak ufak – tefek, Erdoğan'a çok yakın, başörtüsü konusunda binlerce kızın vebalini almakta bir sakınca görmeyecek kadar “Müslüman” ve Amerika ile kırmızı hattı olan kişi kim? Saydığımız dört ihtimal bizi iki isme çıkarıyor: Egemen Bağış ve Cüneyt Zapsu.İkisi arasında seçim yapmak çok zor. Bir tarafta, Dışişleri Bakanlığı beklerken hayal kırıklığına uğrayan, dil bilmekten başka fazlaca bir artısı olmayan bir milletvekili, diğer tarafta ortalıkta fazlaca görünmeyen ama her taşın altından çıkan, karısının başı açık namaza durduğu ve gemiyi terk emiş bir başdanışman. İkisi de birbirinden merdane. Kesin cevabı önümüzdeki günlere bırakıyoruz. <a href="http://www.aktifhaber.com/news_detail.php?id=164348">http://www.aktifhaber.com/news_detail.php?id=164348</a><br /><br /><strong>Nevval Kaçar yazıyor:</strong><br /><br />“Turhan Çömez'in, çift kimlikli Bakan Mehmet Şimşek hakkında söyledikleri toplumsal olarak tedirgin olacağımız bir bilgidir:<br /><br />"Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı <a href="http://www.hurriyet.com.tr/index/mehmet_şimşek/" target="_blank">Mehmet Şimşek</a> CIA'nin yeminli tercümanlığını yapmıştır. Bütün bunlar Büyük Ortadoğu Projesi'nin bir sonucudur. Büyük Ortadoğu Projesi Sevr'in devamıdır. Bu proje Kürt devleti kurdurmak için hazırlanmıştır." (Uşak, Türk Ocakları Şubesi Paneli- 10 Nisan 2008- Hürriyet)<br /><br />CIA, Amerikan Merkezi Haber alma Teşkilatıdır. CIA güvenmediği kişilerle çalışır mı? O halde Mehmet Şimşek'e güvenmiştir. Bu güven dolayısıyla Bakan Mehmet Şimşek CIA'ye çalışmıştır. Yani Amerika'nın menfaatleri doğrultusunda çalışmıştır. Normal bir iş kolunda değil, merkezi haber alma teşkilatında, Bu bilgiye bakarak, Bakan Mehmet Şimşek hakkında ne düşünülür?<br /><br />AKP de CIA için çalışmış kişiden başka kimse yok mudur? Mehmet Şimşek'i bakan koltuğuna niçin oturtmuştur Tayyib Erdoğan? Türk ekonomisinin başında bir vakitler CIA'ye çalışmış veya halen de bu görevine devam eden (bunu bilemeyiz) birisinin bulunması ne derece doğrudur? <a href="mailto:nevalkavcar@yahoo.com" target="_blank">nevalkavcar@yahoo.com</a> Nevval Kaçar, 10 Nisan 2008.<br /><br />Flash Tv Gerçek Gelecek Programı - 6 Nisan 2008 - Pazartesi - ~ 00:50 - 01:10Erhan Göksel’in kendisini tehdit ettiği, bu tehditin ses bandının elinde olduğunu ancak açıklamayacağını söylediği konuşmasında yer alan Egemen Bağış’ın şu cümlesi dikkat çekicidir:<br /><br /><strong>"... Ben ülkeme hizmet etmek için çok saygı duyduğum Genel Başkanım, Başbakanımla birlikte, Ak Parti'nin diğer mensuplarıyla birlikte Sayın Cumhurbaşkanımız da dahil olmak üzere bir çok büyüğümle birlikte Türkiye'ye hizmet etmeye çalışan genç bir siyasetçiyim. ..."</strong><br /><br />Bu cümle içinde geçen Abdullah Gül 28 Ağustos 2007 tarihinden bu yana siyaset yapma yasağı olan bir koltukta oturuyor... Bu sözleriyle, Egemen Bağış, Cumhurbaşkanı’nın AKP ile siyasi teşrik-i mesaisini “açıklamış” olan Egemen Bağış, aynı zamanda, “türban Meclis’e girmeli” diyen AKP Milletveli olan kişi.<br /><br /><strong>Bir de, deşifre e.mail grubuna gönderilmiş şu yoruma bakalım:</strong><br /><br />On 4/11/08, <a href="mailto:panzehir@aol.com" target="_blank">panzehir@aol.com</a> <<a href="mailto:panzehir@aol.com" target="_blank">panzehir@aol.com</a>> wrote:<br />“Erdogan'in AKP icinde sozune guvenerek karar alacagi en son isim Egemen Bagistir. Aktifhaber hedef sasirtmaca oynuyor... Farmasonlara kiyak yapiyor. Belki de diyaloglar sonucunda alinan karar ile yayilmasi istenen haber budur...”<br /><br />İşte haberler ve saptamalar bunlar ve dama tahtasındaki oyuncuların, strança dönüştüremeyecekleri kadar beceriksizce taşları birbirine karıştırmalarının ardında, Türkiye’nin güçsüzleştirilmesi ve Bölge içindeki konumunun alay edilebilecek hale getirilmesi var.<br />Tam bu noktada, ayrıntı ve önemsiz gibi görünen ancak dama hamlelerini daha<br />iyi anlamamızı sağlayacak iki çarpıcı husus daha var: (1) AKP Milletvekili Egemen Bağış, elindeki Erhan Göksel’in dört yıl önce “kendisini tehdit ettiğini” söylediği ses kaydını ivedilikle açıklamalıdır. Bu kayıt belki de dama tahtasında oynanan beceriksizce oyunu, daha sesli ve apaçık görmemize sebep olabilir. Tayyip Erdoğan tarafından da bilinen bu ses kaydının, Türkiye’de yaşayan herkes tarafından bilinmesi gerekiyor. Bunu, başta Başbakan Erdoğan’dan olmak üzere, Türkiye için talep etmemiz gerekiyor. (2) Türkiye artık muktedir olamayan bir Başbakan’a, gizli gündemleri olan bazı kişilere ve global etkilere ardına kadar açık kapılara sahiptir. Bu yeni bir oluşum değildir kuşkusuz ama artık iyice su üzerine çıkmıştır.<br />Anlaşıldığı kadarıyla Türkiye’ye yönelik, gerek global sermaye paylaşımı, gerekse ulusal kaynakların yandaşlara peşkeş çekilmesinin ve bu sermaye güçleri üzerinde yükselerek politik ve ideolojik konumlar, güçler ve “etki yapıları” kurmanın en çetrefilli aşamasına varmış durumdayız. Kıran kırana yapılan bu savaşım iyice zirve yapmıştır.<br /><br />Bu durumda gereksinmemiz olan tek şey, basiretli ve muktedir, demokratik, laik, sosyal hukuk devletine sahip bir Türkiye Cumhuriyeti yönetimidir.<br /><br /><strong><span style="font-size:85%;">Prof. Dr. Veysel Batmaz, 11 Nisan 2008</span></strong>Medyapolitenhttp://www.blogger.com/profile/00332494631747202343noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-14463135.post-42905916293688480112007-12-20T09:35:00.000+02:002007-12-20T09:37:43.249+02:00<a href="http://1.bp.blogspot.com/_hUpd05xVfeU/R2obuR9XTFI/AAAAAAAAANc/m0hTxhNBU0o/s1600-h/Yanlis+Medyada+Kapak.jpg"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5145956006132927570" style="FLOAT: left; MARGIN: 0px 10px 10px 0px; CURSOR: hand" alt="" src="http://1.bp.blogspot.com/_hUpd05xVfeU/R2obuR9XTFI/AAAAAAAAANc/m0hTxhNBU0o/s400/Yanlis+Medyada+Kapak.jpg" border="0" /></a>Özdemir İnce’ye açık mektup:<br /><br />Fransız sosuyla bulamaçladığınız köşeci yazılarınızı MEME’nin Internet sayfalarından zaman zaman okuyorum. Çoğu hedefsiz ve alt yapısız sloganlarla bezenmiş, laf olsun köşe dolsun kabili şeyler. Bazıları mantıklı, bazıları mantıksız. Mantığın sosyal ilişkilerde olmadığı durumların hesaba katılmadığı yazılar, çoğunlukla. Aslında zaman zaman da hoşlanıyorum, o yazılardan, çünkü polemik severim. Internet’ten yüklenen bilgi parçacıkları ve herkesin bulabildiği referans kitaplarını kurcalamanın ötesine geçmenin, sizin gibi edebiyatçı formasyonu olan biri için ne kadar zor olduğunu da biliyorum. Ben aşağıda, kendimle ilgili bir konuda kulağınızı çekmek istiyorum. YÖK Başkanının “üniversitede yasaklar kalkacak” sözünü bağladığınız bağlamın, en azından yazınızda yer aldığı kadarıyla, bağlanacak bir ipi de, sapı da yok. Yani, ipe sapa gelmez yorumlamanızın bugünkü “ceberut” rektörlere neler katabileceğini bile bilmediğinizin yanısıra, 2547 sayılı yasadan da bihaber olmuşluğunuza ek olarak üniversitedeki disiplin yönetmeliğinden de haberiniz yok.<br /><br />İlkönce, “ceberut” sözcüğünün “aşırı kibir ve Allah’a giden yolun 3. aşaması” demek olduğunu belirterek başlıyorum. Nereden çıktı bu demeyin: Sözünü andığınız, üniversite içindeki yasaklar nedeniyle, zersizzavat birinin başvurusu üzerine, ceberut’u, yaygın olmuş galatıyla (bazısı “mecaz” der) karıştırıp, “ceberut yönetim” tamlamasını bir yazımda kullanmam nedeniyle ceza verilmiş bir öğretim üyesi olmamdan yola çıkarak, rektörlere hakaret etmek gibi bir niyetimin olmadığını söylemek zorunluluğundan çıktı. Siz, Allah’tan, “despot”luğa vurmuşsunuz işi, öyle ya, frankofonsunuz, ne de olsa. Yani sizin deyiminizle “despot yöneticilerin,” sadece İslam’da yok bunlar, 12 Eylülcü cici laikçi Atatürkçülerde de var, bugüne kadar, yazınızda saydığınız ve ne kadar da doğal diye karşıladığınız yasaklar nedeniyle, 25 yıldır akademik hayatın neredeyse tamamının yok olduğunu bilmem biliyor musunuz? YÖK’te çetelesi tutuluyorsa, “kalkamayacağını” söylemek basiretsizliğini gösterdiğiniz, sadece bu yazınızda saydığınız bu yasakların, ideolojik ve bilimsel olarak karşı çıkılan her öğretim elamanına uygulanan bir cezalar silsilesi olduğunu hatırlatmak istiyorum.<br />Yukarıda saydığım mevzuatı bilseydiniz ve her gün “çiş yapar gibi yazı yazmak” zorunda olmasaydınız, belki bu yazıyı da yazmazdınız.<br />Şimdi gelelim altta tamamını verdiğim, yazınıza sığdırabildiğiniz ve üniversite içinde “kalkamayacağını” söylediğiniz yasaklara. Tek tek görelim, bakalım “kaldırılabilirler” miymiş?:<br /><br />“"İzinsiz göreve geç gelmek, erken ayrılmak, görev mahallini terk etmek yasak."” demişsiniz. Üzüldüğümü belirtmek isterim ki, mevzuatta böyle bir yasak yok. Kim size bu yasağı hatırlatmışsa, yanlış yapmış. Çünkü, bir çok yargı kararında, akademik mesainin zamanının ve yerinin olamayacağı biçiminde yorumlanacak hükümler var. Bu nedenle, göreve geç gelmek, erken ayrılmak, görev mahallini terk etmek gibi şeyler zaten söz konusu değil. Tıpçılar nedeniyle yanlış yorumlanan ve tüm üniversiteye yanlış uygulanan “akademik tam gün” ilkesine girmeyeceğim, dilerseniz başka bir mektup yazarım o konuda. Ancak sizin yazdığınız bağlamda şu yasaklar var:<br /><br />YÜKSEKÖĞRETİM KURUMLARI YÖNETİCİ, ÖĞRETİM ELEMANI VE MEMURLARI DİSİPLİN YÖNETMELİĞİ<br />Görevinden Çekilmiş Sayma:<br />Madde 10 - Görevinden çekilmiş sayma cezasını gerektiren fiil ve haller şunlardır.<br />a - Kamu yararına olan dernekler dışında, Rektörün yazılı izni olmadan, herhangi bir derneğe üye olmak,<br />b - İzinsiz veya geçerli bir mazereti olmaksızın tayin edildiği göreve 15 gün içinde başlamamak,<br />c - İzinsiz veya kurumca kabul edilen mazereti olmaksızın görevi kesintisiz 10 gün terk etmek, kısmi statüde bulunanlar için ise kesintisiz 40 saat veya daha fazla göreve devamsızlık göstermek,<br />d - Üyesi bulunduğu kurul toplantılarına izinsiz ve özürsüz ard arda iki defa veya bir yıl içerisinde toplam üç defa katılmamak.<br /><br />Güzel değil mi? Aslında biraz araştırırsanız, bu hükmün bile hukuksuz ve kanunsuz olduğunu görebilirsiniz, şöyle ki, 657 sayılı Yasada (m.94), mezkur “görevden çekilmiş sayılma” işlemi bir de facto durum olarak tanımlanıyor ve suç ve ceza tanımı dışında hükmediliyor. Yani, “cezaların kanuniliği” ilkesini, YÖK, mezkur yönetmeliği hazırlarken çiğnemiş durumda. Ne zaman mı, 1982 yılında. Neyse ve özetle, akademik personelin mesai zamanının ve yerinin bulunmadığı ve “çalışma” ve “görev” denilen kavramların, bu nitelikteki çalışanlara, ders (klinik ve lab. dahil) vermek, danışmanlık yapmak, idari görevler almak dışında uygulanamayacağını yargı organları karar altına alıyor. Ancak, sizin deyişinizle “despot,” benim deyişimle “ceberut” yöneticiler de aynen sizin yazdığınız gibi bir yasağın üniversitede bulunduğunu zannederek, cezalar veriyor. Kime mi, bilimsel olarak aykırı olan ve ideolojik olarak onaylamadıkları kişilere. “Görev” mahallini terk etmek denilen suçun işlenebilmesi için yukarıda saydığım üç koşuldan birinin, (ders, danışmanlık, idari görev) yapılıyorken olması gerekiyor. “Kalkamayacağını” söylediğiniz yasağın olmamasına karşın, sizin belirttiğiniz şekliyle cezası olabiliyor. Bu da, herhalde bir YÖK Başkanının “kaldırması” gereken bir durum. Değil mi? Yukarıdaki Disiplin Yönetmeliğinin Madde 10/a fıkrasını dikkatinize bile getirmiyorum. Bir daha okursanız ne demek istediğimi anlarsınız.<br />Gelelim ikinci “kalkamayacağını” söylediğiniz yasağa: “"Amire karşı saygısız davranmak yasak." Bu yasak mı kaldırılacak?” buyurmuşsunuz. Ne güzel. Bir akademik personelin “amirinin” olamayacağını, sadece “disiplin amirinin” bulunduğunu bilmiyorsunuz. Bu iki kavram kamu hukukunda karıştırılıyor olsa da, hukuk ilkeleri açısında çok farklı kavramlar. Rektörün yaptıkları dahil, üniversitedeki idari fonksiyonların akademik hayata yansıyanların tamamı için, sadece koordinasyon denilen ve emir vermekle ilişkisi bulunmayan bir yetki söz konusu. 2547 sayılı Yasaya göre, üniversitede, “amir” denilebilecek tek kişi var, o da rektör (m.13). Diğer idarecilerin hepsi, sadece, “disiplin amiri,” bazıları ise, “amir” olmak bir yana, “kurul kararlarını uygulamakta zorunlu” olan “koordinatör temsilciler”, mesela, dekanlar (m.16). Bölüm başkanları ise, disiplin amirleri değil ama amirlik niteliği olmayan idareciler (m.21). Bu nedenlerle, bir öğretim elemanının, yazdığınız anlamda saygısız davranabileceği tek kişi var üniversitede, o da, rektör. Ancak, sizin gibi “despot” kişilerden oluşan bir idareciler grubunun tassalutu altında olabilen üniversitelerde, eksik yazdığınız suç tanımının doğrusu olan (m.6/c -) “Görev sırasında amire hal ve hareketi ile saygısız davranmak” gibi bir suçun, rektör dışında başka kişilere de yapılabileceği düşünülüyor. Bu maddede “söz ile” ibaresinin olmaması da ayrıca hukuksal olarak tartışma konusu. Bu nedenle, bu öznesi ve nesnesi olmayan suçtan ben dahil, ceza alan bir çok suçsuz kişi var üniversitelerde ve bu cezalar İdare Mahkemeleri tarafından iptal ediliyor. Sadece zaman ve emek israfı. Bir YÖK Başkanının, doğru uygulanması imkansız olduğundan, bu yasağı da kaldırması gerekmez mi? Ayrıca, siz edebiyatçısınız, okuduğunuz anlarsınız umarım. Ne diyor üniversitedeki disiplin yönetmeliğinin başlığı, bir daha okuyalım: YÜKSEKÖĞRETİM KURUMLARI YÖNETİCİ, ÖĞRETİM ELEMANI VE MEMURLARI DİSİPLİN YÖNETMELİĞİ. Bu ne demek? Bu şu demek; elimizde, yasaya aykırı bir yönetmelik var. Neden mi? Basit: Birbiriyle hukuksal olarak aynı nitelikte olmayan üç “çalışan” türüne üniversitede aynı suç/cezalar uygulanıyor. “Yöneticiler,” 2547, 2914 ve yer yer 657’ye tabiler. “Öğretim Elemanları,” sadece 2547 ve 2914’e tabiler, bir de devlet memurluğu ile ilgili genel esaslara. Vakıf üniversitelerindekilerin de durumu ayrı. Onlar SSK’ya bağlı, sözleşmeli personel. Çalışma kanunlarına tabiler. “Memurlar” olarak adlandırılanlar ise sadece 657’ye tabiler. Şimdi anladınız mı, kalkması gereken yasaklar neler? Anladınız mı, üniversitede “amirine saygısız davranması yasaklanan” kimler? Ama uygulama tersine. Bir öğretim elemanı, olmayan amirine değil, yapsa yapsa, üniversitede bulunan öğrenci dahil, herkese saygısızlık yapabilir ve bunun ceza mercii, adli yargı ve mahkemelerdir. Üniversitenin içindeki, meslek arkadaşlarından kurulmuş ve rektörün, sizin deyimizle “despotluğuna” tabi soruşturma komisyonları değil.<br />Son olarak, kaldırılmasını salık vermediğiniz üçüncü yasağınıza değineyim: “"Borçlarını ödemeyerek hakkında yasal yollara başvurulmasına neden olmak yasak." Bu yasak da kaldırılacak mı?” demişsiniz ama yine eksik demişsiniz. Tümü şu: “m. 6/k - Borçlarını kasden ödemeyerek hakkında yasal yollara başvurulmasına neden olmak.” Bilmem biliyor musunuz, yönetmelikte yer alan ama sizin yazınızda yazmadığınız “kastîlik” unsuru ceza hukukunun en temel suç unsurudur. Suç olan bir fiilde kastîlik unsuru bulunmuyorsa, bazı durumlarda bu suç olmaktan çıkar. Kabahat olur. Adam öldürmenin bile kastî olanı ile olmayanı arasında ceza derecesi açısından fark vardır. Kastîlik unsurunu saptamak zordur ve hukuk bilgisinin yanısıra yargıçlık tecrübesi gerektirir. Mezkur fiilin suç olduğuna karar verecek olan da, hukuk bilgisi olsa da, yargıçlık yapmamış meslek arkadaşlarından oluşan “idari soruşturma komisyonları” olamaz. Bir de, bu, sizin yasak dediğiniz, suçun, fiil olarak İdareye intikali de ilginç bir zamansallığa sahiptir. Memur, böyle bir suçu ancak bir yargı kararının kesinliğinden sonra işleyebilir. “Yasal yollara başvurulmuş” olması suçu sübuta erdirmez.Yani, suç fiili “yasal yollara başvurulmuş olması” olamaz, “borcun kastî olarak ödenmemiş” olması olabilir. Bu da kesin yargı kararı gerektirir. “Kaldırılamayacağını” söylediğiniz suç tanımı kadüktür; bu suçun idarî soruşturması bile yapılamaz. Fakat asıl ilginçlik de şudur, eğer söz konusu suç nedeniyle (kasten borç ödememe) verilen yargı kararında, “kamu haklarından kısıtlanma” veya “memurluk görevinden el çektirme” gibi bir hüküm bulunmadığı zaman, kendine intikalden sonra üniversiteki soruşturma komisyonu nasıl bir karar verecektir? Doğalı, “kınama” cezası gerektiren bu suçun idari cezasında, yargı kararındaki ceza ile yetinmektir. Dolayısıyla idari olarak gereksiz bir soruşturma ve ceza söz konusudur. Bir suça iki ceza verilemez.<br />Görüldüğü gibi, Sayın İnce, üniversiteki öğretim elemanlarına uygulanagelen yasakların tümü, sizin yazınızda yer verdiğiniz üçü de dahil, kalkmalıdır. Hangisine bakarsanız bakın, ipe sapa gelmez ve akademik ve bilimsel özgürlüğe ve haklara (hukuk, hakkın çoğuludur, biliyorsunuz) aykırı, yasak ve suç-ceza tanımlarıdır onlar. Üniversitede yönetici değilseniz ve üniversitede 657’ye tabi memur olarak çalışmıyorsanız, sizin işlediğiniz bir suçun cezasının verildiği yer, bu suç ne olursa olsun, üniversite dışındaki yargı olmalıdır. Öğretim elemanının, ataması dışında, amiri veya disiplin amirliği yetkisi ile hiç kimse donatılmamalıdır. Türkiye’de bağımsız ve adil yargı vardır. Bu durumda, memurlara verilmiş “kısmî yargılanma dokunulmazlığı” öğretim elemanları için kaldırılır, olur biter. Kaos mu olur diyorsunuz; akademik hayat zaten kaotik olmalıdır.<br />Türban yasağı ise başka bir konu.<br />Yukarıdakilerle karıştırmayın.<br />YÖK Başkanını illâ da suçlamak için, birbirinden farklı hukuksal, akademik ve sosyal statülerde bulunan üniversite üyelerini (öğrencileri, yöneticileri, memurları, öğretim elemanlarını) aynı kaba, ya da aynı köşeci yazısına koymayın. Ama koyarsanız da koyun. Bana ne !<br />Prof. Dr. Veysel Batmaz, 18.12.2007<br /><br /><a href="http://www.hurriyet.com.tr/index/özdemir_ince" target="_blank">Özdemir İNCE</a><br />“Yeni YÖK Başkanı ile tanışma” Hürriyet Varakı, 16.12.2007Özdemir İnce'nin yazısı için lütfen tıklayın: <a href="http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=7876325&yazarid=72">http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=7876325&yazarid=72</a>Medyapolitenhttp://www.blogger.com/profile/00332494631747202343noreply@blogger.com5tag:blogger.com,1999:blog-14463135.post-12758468453969420242007-11-06T07:31:00.000+02:002007-11-06T08:46:20.237+02:00<a href="http://1.bp.blogspot.com/_hUpd05xVfeU/Ry_-tUJ6LhI/AAAAAAAAAM0/w3kjCPxV1II/s1600-h/Repin_Cossacks.jpg"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5129598555056123410" style="FLOAT: left; MARGIN: 0px 10px 10px 0px; CURSOR: hand" alt="" src="http://1.bp.blogspot.com/_hUpd05xVfeU/Ry_-tUJ6LhI/AAAAAAAAAM0/w3kjCPxV1II/s320/Repin_Cossacks.jpg" border="0" /></a><span style="font-size:78%;">Zaporojci pishat pismo do Sultana, <strong>Ilya Efimovich Repin (1844-1930)</strong></span> <div><strong><span style="font-size:78%;"></span></strong></div><div><span style="font-size:78%;"><em>(Kazak'lar Sultan 4. Mehmet'e mektup yazıyorlar - The Reply of the Zaporozhian Cossacks to Sultan Mahmoud IV. 1880-1891. Oil on canvas. The Russian Museum, St. Petersburg, Russia.)</em></span></div><br /><div></div><br /><div>KRİTİK ZIRVA</div><div>(MUSUL'U ALMAYACASANIZ, K. IRAK'A GİRMEYİN!)- UMUR ARTIK UMURUMUZ<br /><br />“ABD Başkanı Bush oral görüşmede PKK'nın Türkiye, Irak ve ABD'nin ortak düşmanı olduğunu belirterek, istihbarat paylaşımının ardından operasyonun söz konusu olabileceğini söyledi. Üçlü mekanizma kurulmasına karar verdikleri söyleyen Bush, Türk ve ABD ordularının birlikte çalışacağının altını çizdi.” 5 Kasım 2007 Oral Ofis’de Oval Mübadele. Clinton değil; Bushvarî.<br /><br />Haber böyle.<br />Kritik zırvadan çıka çıka zaten elli yıldır sarmaş dolaş olan iki ordu’nun üçlü mekanizmakurması çıktı. Bir de, bizle alay eder gibi, istihbaratın önemi vurgulandı. Kim tarafından? CIA, Pentagon’un başkanı ve Echelon ile Promis’in uzmanı Bush oğlu Bush tarafından.<br />1951’den bu yana, en küçük Türk birliğinin içine kadar sızmış olan ABD, çuval olayının hemen ardından, PKK’ya İngilizlerin kızıştırmasıyla “deh” demiş ve sonunda oval’de oral bir biçimde, üçlü mekanizma kurulmasına karar verilmiş. İşin özeti bu. Bakalım bizim Büyükanıt Paşa ne diyecek bu işe? Öyle ya, bu oral görüşmeyi bekliyor, sıkça bahsettiği sınır-ötesinin öteleyip duruyordu.<br />Peki, bizim için ne sonuç çıktı? Bize girip çıkan ne?<br />Bush’un bahsettiği PKK’ya karşı yapılacağını istediği “war of intelligence’ı” iki şekilde okumak gerek. Bir. İstihbarat savaşı. İki. Akil adamların savaşı. Diyeceksiniz ki, akil olursa “intelligent” olur. Peki, ona da peki. Bush herhalde akıldan bahsedecek değil diyenlere sözüm şu. İmparatorların kendileri değil, devletleri akildir. </div><div><br />Bir imparatorluk ile karşı karşıyasınız. Emperyalist bir ülke değil artık ABD. Hilferding ile Hobbson’un dönemi çoktan bitti, Lenin de, SSCB’nin ebesini gördüğü günden bu yana, empeyalizm de bitti. Emperium Civitas başladı. Yani, IQ.<br /><br /><em>Intelligence : Etymology: Middle English, from Middle French, from Latin intelligentia, from intelligent-, intelligens intelligent. Date: 14th century<br />1 a (1) : the ability to learn or understand or to deal with new or trying situations: REASON; also : the skilled use of reason (2) : the ability to apply knowledge to manipulate one's environment or to think abstractly as measured by objective criteria (as tests) b Christian Science: the basic eternal quality of divine Mind c : mental acuteness: SHREWDNESS<br />2 a : an intelligent entity; especially : ANGEL b : intelligent minds or mind *cosmic intelligence*<br />3 : the act of understanding : COMPREHENSION<br />4 a : INFORMATION, NEWS b : information concerning an enemy or possible enemy or an area; also: an agency engaged in obtaining such information<br />5 : the ability to perform computer functions.<br /><br />IQ: Etymology: intelligence quotient. Date: 1920<br /><br />1 : a number used to express the apparent relative intelligence of a person: as a : the ratio of the mental age (as reported on a standardized test) to the chronological age multiplied by 100 b: a score determined by one's performance on a standardized intelligence test relative to the average performance of others of the same age<br />2 : proficiency in or knowledge of a specified subject *nobody questioned his hockey IQ*</em><br /><br />Rahmi Koç ile hep aynı düşünürüz, çünkü O da zaman zaman ulusal sermayeden yana olabiliyor, şöyle diyor: <em>“Bence Türkiye, ABD ilişkilerinde hata yaptı. O ilk tezkereyi çıkartıp kuzeye ABD ile birlikte girseydi, bugün belki Kürdistan dedikleri Kuzey Irak bizim kontrolümüz altında olacaktı. Petrolün yüzde 20’si oradan geliyor. Irak’ın ihraç ettiği petrolde belki hakkımız olacaktı. Bu hakkı kaçırdık. Şimdi ABD geldiği zaman gitmedik, ABD gelmediği zaman gitme durumuna giriyoruz, ki bence çok ciddi olarak düşünülmesi lazım gelen bir konu.”<br /></em><br />Rahmi Bey’in bilmediği konu şu: o ünlü 1 Mart tezkeresi, Türkiye’nin ABD ile K. Irak’a birlikte girmesi için değil, ABD’nin tek başına K. Irak’a girmesi için Türkiye’ye girmesi demekti. Oysa, medya bilgilerine takılıp kalmasa, beni okusa Rahmi Bey hem kendi sermayesi için çok doğru, hem de ulusalcılığını bilgiyle donatarak prestij kazanacak açıklamalar yapabilirdi. Ben 2001 yılında, 11 Eylül’ün bir ay sonrasında, Türkiye’nin K. Irak’a 100 bin; Çeçenistan’a 50 bin; Afganistan’a 30 bin kişilik birliklerle girmesini önermiştim, neden? Merak ediyorsanız, <em><strong>Yanlış Medyada Doğru Söylenmez</strong></em> kitabımdaki, “İkiz Kulelerin Külleri: Ulusal Devletin Sonu” başlıklı yazımı okuyacaksınız.<br /><br />Bizim TSK, gerçekten "bizim" o, o sıralarda STK’cılık oynuyordu, “en STK TSK” dememin nedeni de o kitapta var. İnce ama önemli bir kitap o; “best seller” olarak değil, “long seller” olarak yazıldı. Satışı tükendiyse, sahaflara da düşmez. Haberiniz olsun. Musul'u alın dedim 2001'de. Atatürk'ün vasiyetidir, dedim. Daha sonra, Yalçın Küçük dedi. B. Ecevit ise teyit etti. Nasıl? <strong>Atlantis'in Dili Türkçe</strong>'de, (Salyangoz Yayınları, 2007) Cahit Batmaz'ın biyografisini okuyun.<br /><br />Gelelim Umur Talu’ya. Umur Talu da, Emin Çölaşan gibi, medya kirlenmesine katkıda bulunduktan sonra AD MEME’sini kaşısına alanlardan. Ben o türlü karşı çıkışları beyhude, kişisel tatmin ve korunma olarak görürüm. Ancak, yeni olayda durum farklı. AD taifesi, başta zır cahil Turan Turunç ile Mehmet Y. Yılmaz olmak üzere (Mehmet’in önünde sıfat yok) Umur Talu’ya yükleniyorlar; bana dava açan Tarhana Erdem’lûnun da avukatları olanlar, AD’nin safında, Umur Talu’ta tekzip gönderiyorlar. (Tıklayın: <a href="http://www.medyatava.com/haber.asp?id=40817">http://www.medyatava.com/haber.asp?id=40817</a> )</div><div> </div><div></div><div>Önerim şu, birleşelim. Ortak basın toplantıları yapalım. Medyayı ve Üniversiteyi deşifre edelim... Umur Talu ile ortak işe varım. Ancak Emin ile olmaz. O benim gözümde rüştünü daha ispatlamadı.<br /><br />6 Kasım 2007</div>Medyapolitenhttp://www.blogger.com/profile/00332494631747202343noreply@blogger.com4tag:blogger.com,1999:blog-14463135.post-91904257551145647962007-10-11T10:18:00.000+03:002007-10-11T10:19:18.193+03:00<a href="http://4.bp.blogspot.com/_hUpd05xVfeU/Rw3OY9ChT-I/AAAAAAAAAL0/Zk_h3f76qG0/s1600-h/atlantis-1.jpg"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5119975279487438818" style="DISPLAY: block; MARGIN: 0px auto 10px; CURSOR: hand; TEXT-ALIGN: center" alt="" src="http://4.bp.blogspot.com/_hUpd05xVfeU/Rw3OY9ChT-I/AAAAAAAAAL0/Zk_h3f76qG0/s400/atlantis-1.jpg" border="0" /></a><br /><div></div>Medyapolitenhttp://www.blogger.com/profile/00332494631747202343noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-14463135.post-83984538938247817252007-09-06T13:33:00.000+03:002007-09-06T13:34:12.176+03:00Medyapoliten, 30 Eylül 2007 gününe kadar tatildedir.Medyapolitenhttp://www.blogger.com/profile/00332494631747202343noreply@blogger.com7tag:blogger.com,1999:blog-14463135.post-67061706109958752222007-08-22T10:51:00.000+03:002007-08-23T22:49:15.385+03:00<a href="http://2.bp.blogspot.com/_hUpd05xVfeU/RsvrT3VFXPI/AAAAAAAAAKM/Zr8nViCLcOI/s1600-h/54.jpg"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5101429729429642482" style="FLOAT: left; MARGIN: 0px 10px 10px 0px; CURSOR: hand" alt="" src="http://2.bp.blogspot.com/_hUpd05xVfeU/RsvrT3VFXPI/AAAAAAAAAKM/Zr8nViCLcOI/s400/54.jpg" border="0" /></a><br /><div>SEÇİMDE HİLE ve KİM GİTSİN?<br /><br /><br />Yıkım Meclisi daha yeni yemin etmişken, MEME’nin (siz ona medya diyorsunuz) en şımarık iki köşeci yazıcısı, Emin Çölaşan ile Bekir Coşkun beyefendiler (MEME testisi veya zer-zevat “diyemiyorum” onlara), bu ülkenin kıt “kanaat önderleri” olarak, içi boş, hedef saptırıcı ve ılımlı İslam modeli ile BOP’u iyice perçinleyecek bir polemik ve tepki unsuru oldular. Yazdıkları yer, yani, varak da, ofis boy-luktan bozma köşeci yazısıcısının yeni transfer edildiği <em>Hürriyet</em> varak’ı. </div><div><br />Karşılarında ise, seyislerin en bilmezleri, siyaset bilinemezleri, beceriksizlik abi-deleri ile yeni Başbakan ve Cumhurun Başkanı. Yani, bir tarafta kıt “kanaat önderlerinin” şımarıklığı: Vurma sazlarda Coşkun-Çölaşan ikilisi; diğer yanda, seyisliği bilmezlik ve bilinemezliğin ne söylediğini unutan akıldaneleri: Erdoğan-Gül düosu. (Two, Farsî’de Dü’dür.) </div><div><br />İşte, Mustafa Kemal Türkiye’sinin sıkıştırıldığı ikilem: <strong>şımarıklıkla, bilmezlik-bilinemezlik</strong>; tam bir densizlik. </div><div><br />Bu arada, yine <em>Varak</em>’ta Yalçın Bayer üstadımızın adı kendinde saklı bir arkadaşımıza dayanarak yaptığı açıklamalar: “seçim hilesi var” nidaları. </div><div><br />Daha önce açıkladım: Menderes, Demirel ve Özal da, % 45 üstü oylar aldılar bu mutenâ memlekette. Erdoğan’ın onlardan ne farkı var? O nedenle hile yapılmışsa eğer, onlara da (eskilere de) yapılmıştır. Bu halk “ne yapacağını” bilir... Bilmezlere oy verir. Hile, o bilmez kişilere, halka oy attırmaktır. Hile, “derinden gırtlak” olarak ortaya çıkmaktadır. Hileyi, varsa, yapan ve yaptırtanlar AKP’ye % 48 alacaksın diyenlerdir. Dolmabahçe Sarayı Atatürk’ün ölüm döşeğidir. Hile yüksektedir.</div><br /><div><br />Benim oy verdiğim sandık çevresinde (okulda), beş sandıkta oyların dağılımı şöyleydi:<br /><br />CHP 91; AKP 86<br />CHP 96; AKP 89<br />AKP 159; CHP 49<br />AKP 148; CHP 78<br />AKP 139; CHP 67<br /><br />Burası Ferahevler ve AKP’nin ezici üstünlüğü olan bir mahalle... Hesabını siz yapın. </div><div><br />“Seçimde hile,” en iyisinden, bilgisayarda yapılır.<br />Şimdi ise, hem "hile var" diyorlar; hem de, terk et... </div><div><br />Erdoğan, Türbanlıları Arabistana’a, Cidde’ye, yollayacak. Bir tanesini ise Çankaya’ya.<br />Şımarıkları, develerle Taif çöllerine. Çölaşanlar, coşkunca, develere binecek ve bu diyardan gidecek. Daha önce de, hicreti, Ebu-Bekr yapmıştı Mekke’den Medine’ye; şimdi, hicreti Neo-Bekr-i Mustafa yapacak. Belki de, MEME kurtulacak. </div><div><br />Ne derim ben hep: MEME (siz ona medya dersiniz), ancak çalışanlarının yok olması ile kurtulur; MEME patronlarının ve MEME izleyicilerinin (bakanların ve satın alanların) yapacağı bir şey yok. (Bkz: <em>Medyaya Düşman Yetiştiriyorum</em>, Karakutu Yay. 2. Baskı, 2005) </div><div><br />Kala kala, bu memlekette, biz ve Erdoğan ve dü’sü kalacak. Onlar “intihal ve hile” yapacaklar; biz ise ikilemler arasına sıkıştırıla sıkıştırıla, makyajı da artık silinmeye yüz tutmuş memleketi, 1919-1939 arasına döndüreceğiz. Şimdilik durum bu.</div><br /><div><br /><em><strong>NOT:</strong></em> Tayyip Erdoğan 2007 içinde Cumhurbaşkanlığına aday olacak. Referandum sonrasında, Gül, nasıl Siirt’ten sonra, Başbakanlığı terk ettiyse, Cumhurbaşkanlığını da terk edecek.<br /><br />22 Ağustos 2007 </div>Medyapolitenhttp://www.blogger.com/profile/00332494631747202343noreply@blogger.com4tag:blogger.com,1999:blog-14463135.post-83674681643308647952007-08-14T08:54:00.000+03:002007-08-16T11:40:32.699+03:00<a href="http://2.bp.blogspot.com/_hUpd05xVfeU/RsQMBnVFXOI/AAAAAAAAAKE/p71Dw8z5-mQ/s1600-h/non28.jpg"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5099213899967061218" style="FLOAT: left; MARGIN: 0px 10px 10px 0px; CURSOR: hand" alt="" src="http://2.bp.blogspot.com/_hUpd05xVfeU/RsQMBnVFXOI/AAAAAAAAAKE/p71Dw8z5-mQ/s400/non28.jpg" border="0" /></a><em><strong>A. GÜL İÇİN MEDYAPOLİTEN'DE ŞUNU YAZDIM:</strong></em><br /><em><strong>"(3) Ordu, İT’ciydi; artık o da bitti. Devletin bahçesinde artık Gül açacak. TSK, STK’lığını yavaş yavaş kaybedecek." (Bkz: Bir önceki yazım, 06.08.2007)</strong></em><br /><em><strong></strong></em><br /><strong><em>Eski bir yazımı (</em>Medyaya Düşman Yetiştiriyorum <em>adlı kitabımda yayınlandı), GÜL'ün yeniden Cumhurbaşkanı adayı olarak "servis edilmesi" vesilesiyle aşağıya alıyorum. 27 Nisan Muhtırasını yazanlar, Cumhuriyet mitinglerine katılanlar, Mustafa Kemal'in Türkiye'si için seslerini çıkartanlar ve en önemlisi de Büyükanıt soruyor:<br /></em></strong><br />BİZ BU BOKU NEDEN YEDİK?<br /><br />Ağa at üstünde, köylü Hüssam yaya, köyden şehre yola çıkmışlar. Günü birlik pazar yapıp dönecekler. Hüssam yorgun; Ağa sıkkın, yolu yarılamışlar. Ağa’nın hinoğlu hinliği tutmuş; şu Hüssam ile dalga geçiyim; bi yol eğleniriz, demiş içinden. Hüssam da, şu Ağa ne kadar da acımasız, bana bir eşek bile ayarlamıyor, böyle daltaban adamın arkasından sürünüyoruz diye yakınıyormuş, kendi kendine…<br /><br />- Hüssam, şurada at bokunu görüyon mu?<br />- Hee, görüyom Ağam !<br />- Bak Hüssam, eğer o boku yersen, sen ata binersin ben yaya giderim şeere… Tamam mı?<br /><br />Hüssam şaşkın, doğru mu söylüyor bu adam diye tereddütlü…<br /><br />- Peki Ağam sözün söz mü?,<br />- Ağalık sözü bu Hüssam, ye boku, bin ata..<br /><br />Hüssam yorgunluktan dili bir karış dışarda, atlamış at bokunun üstüne, bir güzel indirmiş mideye…<br /><br />Ağa, hiç de tahmin etmediği bu işe şaşmış ama bir kez Ağalık sözü, geri dönülmez; inmiş attan, Hüssam binmiş ata. Şehre vasıl olmuşlar. Pazar yapıp, yükleri ata vurmuşlar, koyulmuşlar köy yoluna.<br /><br />Ağa yaya, Hüssam atta, yolu yarılamışlar. Hüssam’ın durumu iyi ama bir türlü yediremiyormuş şerefine, yediği boku… Ağa da yorgun, ulan ben ne ettim; adama bok yedirdim ama yorgunluktan öldüm bittim diye yakınıyormuş içten içe. Hüssam, kendi kendine çok kızgın, nasıl olsa alışığım ben yürümeye diye düşünmüş; yedirecem ulan Ağa’ya yediğim boku.<br /><br />- Ağam görüyon mu şurdaki at bokunu?<br />- Hee görüyom, ne oldu Hüssa?<br />- Yersen o boku, ben inicem attan, sen binicen tamam mı?<br /><br />Ağa daha Hüssam cümlesini sona erdirmemiş ki, yorgunluktan değil yürüyecek, sürünücek hal kalmamış, atlamış bokun üstüne, afiyetle bir güzel indirmiş mideye… Hüssam inmiş attan büyük bir mutlulukla, yedirdi ya yediği boku Ağa’ya… Ağa hoşnut, yorulmaktan kurtulmuş, atın üstünde mutlu. Bir süre daha gitmişler… Ağa birden kendini yürüyerek takip eden Hüssam’a dönmüş:<br /><br />- Yahu Hüsaam, biliyon mu, köyden sabah çıkarken yola, sen yürüyordun ben ise atın üstündeydim. Şimde köye dönerken, sen yine yürüyon, ben yine atın üstündeyim. Eeee peki, niden yedik biz o boku?<br /><br />Cumhuriyet gazetesinde, 1 Eylül 2002 tarihinde çıkan ropörtajına atfen Dinç Bilgin’e ithâf olunur…<br /><br />1985’den önce Mecidiyeköy’deydi; 2002’den sonra Ortaköy’de… Nazım’ın o güzel mısralarıyla, “Dövüştü pir aşkına… Kurtuluştan önce Kartal’da bahçıvandı, Kurtuluştan sonra Kartal’da bahçıvan….” Peki, neden yedi medya, o plazaları? Neden yedi o teknolojileri? Neden yedi borç batağında yozlaştırdığı bu ülkenin insanlarını? Neden?…<br />Cevabı yoktur Dinç Bilgin’in.<br />Kendi gazeten yok mu, niye Cumhuriyet’tesin?<br />İbra edecekmiş kendini kamuoyunda.<br />Ben, dünya ve Türk medyasını çok iyi bilen bir iletişim profesörü olarak ibra etmiyorum Dinç Bilgin ve teferuatını. Kim ederse etsin…<br />Dinç Bilgin ve teferuatı medya dışı kalmıştır. Medya dışı tâkip edecekleri işlerinin kalmaması onları ilgilendirir; medyaya elaman yetiştiren bir kişi olarak, bence medya içi de takip edecekleri herhangi bir iş kalmamıştır. (Bkz: Bir Hür Portre: Dinç Bilgin, 13 Şubat 2002, <a href="http://www.haber3.com/">http://www.haber3.com/</a> ve <a href="http://www.dorduncukuvvetmedya.com/">http://www.dorduncukuvvetmedya.com/</a> VEYSEL BATMAZ’ın yazı arşivleri.)<br /><br />Erol Simavi gibi gerçek gazeteci-patronların bile, yanlış genel yayın müdürleri ile çalıştıkları için terk ettikleri bir medya bu. Sıra diğerlerindedir.<br /><br />Hasan Cemal’e de bir çift lâfım var: Yahu sen hiç rahleyi tedrisatından geçmişe benzemiyorsun Doğan Avcıoğlu’nun. Medya dışı gelirlerle alıyorsun o medyada teleffuz edilen yüksek transfer ücretlerini. Haberin yok mu?<br /><br />Prof. Dr. Veysel Batmaz<br />02 Eylül 2002<br />Saat: 13:04/13:015Medyapolitenhttp://www.blogger.com/profile/00332494631747202343noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-14463135.post-83075369385645601202007-08-06T23:13:00.000+03:002007-08-07T11:37:41.774+03:00<em><span style="font-size:78%;"><strong>Dizeler: Ömer Hayyam</strong></span></em><a href="http://3.bp.blogspot.com/_hUpd05xVfeU/RrgvG1OBAuI/AAAAAAAAAJ8/VYcJtnbx-40/s1600-h/ÃMER+HAYYAM+-+12.jpg"><em><span style="font-size:78%;"><strong><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5095874772781302498" style="FLOAT: left; MARGIN: 0px 10px 10px 0px; CURSOR: hand" alt="" src="http://3.bp.blogspot.com/_hUpd05xVfeU/RrgvG1OBAuI/AAAAAAAAAJ8/VYcJtnbx-40/s400/%C3%96MER+HAYYAM+-+12.jpg" border="0" /></strong></span></em></a><strong><br /></strong><div>RENKLİ MECLİS’TEN “RENKSİZ” ANAYASA:<br />YA DA ‘SEÇİM TEZLERİNE’ ZEYL<br /><br />Renkli bir yıkım Meclis’i olacağını neredeyse herkesin önceden “bildiği” TBMM’nin 23 Temmuz 2007 sabahı oluşan aritmetik bileşiminde var olan resim, medyası renkli ama üniversitesi ve kendisi renksiz bir toplumun (artık ona toplum demek de sosyolojik anlamda olanaksız) tüm rengârenkliğinin aslında biteviye gri bir degrade ton olduğunu çarpıcı olarak gözümüze sokuyor.<br /><br />MHP, DTP’nin elini sıkarken, neden sorusunu sormadan elimiz şakağımızda, düşünmüyoruz. Bu jest bile artık olağan geliyorsa, aklımızı zorlamadan kabullenmenin son aşamasındayız; hele bir “kısmî medya”nın, bu olguyu nitelerken kullandığı sözcüklerin artık kavram olmadığı bir sürece sürüklenmiş bulunuyoruz. Bu tam bir “anomi.”<br />Bu toplum artık toplum olmaktan hızla uzaklaşıyor ve kimliklere ve derin ideolojilere bölünmüş “cemaat’ler” davranışıyla, zekâsız ve akılsız, Malinowski’yi bile şaşırtacak bir işlevsizliğe gümülerek, neredeyse Trobriand adalarındaki o “ilkellerin” toplumsal varoluşlarını bile özletecek hale geliyor (Bkz: Bronislaw Malinowski, <em>Bilimsel Bir Kültür Teorisi</em>, Çev: Saadet Özkal, Kabalcı Yay., tarih yok).<br /><br />Evet, orada kurallar buradakinden daha işlevsel ve anlaşılır. “El sıkma” ne demek herkes biliyor orada, simgesinin göstermediği riyâkârlıkla da kullanmıyor; burada ise neyi imliyor “el” sıkma, bilemiyoruz. Bilsek de, Devlet’in elinin DTP’ye neden uzandığını anlayamıyoruz. Hoş bir jest mi, anlamsızlık mı? Sanki İngiliz avam kamarasındayız. Lordlarda olmaz bu. Zorlasak da, bu “el” sıkmayı anlayamayacağız; bilişimiz artık işlevsiz bir kendiliğindenliğe dönüşmüş. Artık davranış, işlevden uzak; neredeyse Freud’un çocukluk çağındaki baskının ergenlikteki patalojik dışavurumu gibi derin bir psikanaliz sağaltım gerektirecek regrasif düzeye erişiyor. Türkiye Cumhuriyeti, Mete Tunçayların hep yanlış olarak niteledikleri, tek parti “diktatörlüğü” içinde yaşadığı bir çocukluğun, regrasif sublimasyonuna doğru mu ilerliyor? “Musa’nın çocukları” mı bu patolojik travmanın ifadeleştirilişini üstlenenler? Moiz Kohen-Tekinalp, Mehmet Mehdi Ziya Gökalp, Avram Galanti-alp, Hüseyin Feyzullah-alp, Alpler çoğalıyor ve hepsi Musa’ya biat edip Türklüğü savunuyor. Onlar İslamik varyanta karşıydı. Bugünlerinki İslamcı, Musanın biatçılarına kapı açıyorlar, fark bu mu? İslamsız Türkçülükten, Türkçü İslamcılığa... Denemiştik; şimdi bir de Kürt mü ekleniyor? Evet, Türkiye’de artık, sağ sol değil; İslam-Laik değil, Freud ve Malinowski çarpışıyor. (Bkz ve Krş: Sigmund Freud, <em>Musa ve Tektanrıcılık</em>).<br />Çocuklukta (kuruluşta) yaşananlar mı, yoksa hergün yeniden ve yeniden yapılandırılan, toplumsal-ekonomik işlev mi, gelenek ve görenekleri (ideolojiyi) yaratıyor? Soru ve çarpışan taraflar bu.<br /><br />(1) AKP’nin globalist kapitalist “sbt” devletin partisi olduğu açıktır. Seçim sonuçlarına hiç kimse şaşmasın, anlayışsızlık yapmasın. Hile falan olduğunu düşünmesin.<br /><br />(2) 12 Martçı ve 12 Eylülcü “Atatürkçülük” bitmiştir. 12 Eylül’ün en sağlam YÖK başkanı, Mehmet Sağlam, devlet terbiyesi ile AKP milletvekilidir. YÖK’ü Atatürk’ün YÖK’ü yapıp, Mustafa Kemal’i tarih kitaplarından ve tedrisattan yok eden bir kişi Ulusal olmayan Milli Eğitim Bakanlığı’na getirilecektir.<br /><br />(3) Ordu, İT’ciydi; artık o da bitti. Devletin bahçesinde artık Gül açacak. TSK, STK’lığını yavaş yavaş kaybedecek.<br /><br />(4) Barzani seçimin tek galibidir. Büyük Ortadoğu Projesi gibi ne olduğu muğlak bir yapı taşının yerine, ne olduğu “açık ve net” bellli olan, Kürt Birleşik Devletleri kurulması projesi “açık ve net” olarak başlamıştır. Bu devletin meclisinin adı “Kürdistan Büyük Millet Meclisi” olacaktır.<br /><br />(5) PKK işlevini tamamlamıştır. Oy alamadığı gibi artık lojistik desteğe de sahip değildir.<br /><br />(6) AB yenilmiştir. İki kez yenilmiştir: (a) Seçim Gözlemci Heyeti, seçimlerin “hilesiz” ve “demokratik” yapıldığına hükmetmiştir. (b) ABD artık bölgenin İsrail ve Barzani ile tek hâkimidir. Payandası İngiltere ise, dümen suyundadır. Dümen ise belli, biziz.<br /><br />(7) Türkiye uluslararası işbölümünde sınıf atlayacaktır. Satılması bittikten sonra, ama mutlaka daha “sonra”. Türkiye, eski teknolojileri ile global kapitalizme, katma değeri düşük “ara malı” işleyen bir ekonomik yapıya; doğal tarımı ve hayvancılığı yok edilmiş, ekmeğe muhtaç hale getirilmiş tam bağımlı ancak istihdam sorununda yedek iş gücü ordusunun optimum düzeyde tutulduğu çerçevede “orta-çevre” ülke haline, “küçülerek” gelecektir.<br /><br />(8) Temel üçlü endüstri etkinlikleri, Turizm, İnşaat ve Tekstil, Çin’e bırakılacaktır. (Rixos oteller zinciri Çin’de otel ve resort yeri satın almak üzeredir.) Sadece Güneş ile idare edecektir; o da, o muazzam global tüccar Tıp fakültelerinin, “kanser yapar” fetvasına kadar.<br /><br />(9) Bu üçlü endüstri yerine, hormonlu tarım, elektronik baskı teknolojileri (CD-DVD, vd.), ara-finans piyasası ve küçük ölçekli silah sanayi (jandarma ekonomisi) ikame edilecektir. “İkame” ekonomisi devam etmektedir.<br /><br />(10) Seçimin sonucunda AKP büyümüş; milletvekili sayıları ile birlikte Türkiye Cumhuriyeti küçülmüştür.<br /><br />(11) Zafer Üskül’ün önerileri, “devlet”in globalistleri tarafından kabul edilmiştir. Devlet globalist hale gelerek, 12 Mart’ını da, 12 Eylül’ünü de tedricen inkâr ve ilga etmektedir. Bunu fark ettirmemeye çalışmak, yegâne “psikoloijik harbi” omuş ve olacaktır. Anayasa değişecektir. TBMM’nin teknik olarak Anayasa’yı külliyen değiştirmesi olanaksız olduğundan, yerine Başkanlık mekanizmaları ile yeni süreçler ikame edilecektir. Türkiye, ikame ekonomisinin yanısıra, ikame ideolojisi sürecine girmektedir. Atatürk ikâme edilmiştir.<br /><br />(12) Türkiye’de İslamist istismarcılara hep aynı oranda oy çıkar: 1950 DP % 58; 1965 AP % 52; 1983 ANAP % 47; 2007 AKP % 46. Hepsi aynıdır. Hepsi dünya ekonomisinin dönüşümü içindeki “basamaklarda” “iktidara” gelmiştir.<br /><br />(13) 1939’dan bu yana değişen bir şey yok. 2039’a kadar...</div>Medyapolitenhttp://www.blogger.com/profile/00332494631747202343noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-14463135.post-23824274740558547972007-07-23T10:05:00.000+03:002007-07-23T10:07:10.851+03:00ÇİN İŞİ, TSK BİLİŞİ,<br />BUNU YAPAN İKİ KİŞİ...<br /><br />Temmuz 2007 seçimi AKP’nin ve Tarhan Erdem’in ezici zaferi ile sonuçlandı. Artık her ikisi de Türkiye’nin ve anketlerin sahibidir. Hiç kimse ikisine de “gayrı meşru” diyemez. Biliyorsunuz, 2002 seçiminde, o zamanlar düzenli olarak yazdığım <a href="http://www.haber3.com/">www.haber3.com</a> da, şu sloganı kullanmıştım: <strong>“Sağcıysanız oyunuzu AKP’ye, solcuysanız CHP’ye verin”;</strong> Türkiye’deki ekonomi-politik yapı, modernite döneminde, iki partili bir seçim sisteminde entropiye girmez. Hıristiyan-Yahudi; İT-Hİ; Birinci grup, ikinci grup; CHP-DP, AP-Sol; AKP-CHP...Yani, bu ikililik, temsiliyeti yakalayınca, o çok istediğiniz “istikrar” müesseseleşir. O zaman dediğimi yapmıştınız.<br /><br />Temmuz 2007 seçiminde ise şu slogana neşv ü nema vermek istedim: <strong>“Ümmî Şef; Tek Partili Meclis.”</strong> Sadece tek anın içinde ikililik yetmez; zamansal olarak da ikili dönemlere gereksinim vardır: Millî Şef-Tek Parti iktidarı ile Ümmî Şef-Tek Partili Meclis’i karşılaştırmamız gerekli; toplumun eytişimini (siz bu sözcüğü “dialektik” olarak biliyorsunuz) görmek için. Bu çok önemli. Buna yaklaşmış bulunuyoruz. Oyların tamamına yakınını (% 50’ye varan bir çoğunluk, o taptığınız demokraside “tamamı” demektir.) alan bir parti, seçim sistemi mağduru olarak, 340 milletvekilinde kalmıştır. Mesele bu kadar basittir.<br /><br />AKP'NİN SEÇİM ZAFERİNİN İKİ MİMARI’NDAN BİRİ THE GRANDMONUMENT'TİR; İKİNCİSİ BAYKAL...<br /><br />BENİM HİPOTEZİM TERSİNDEN DOĞRULANDI: SEÇİM'E 15 GÜN KALA, <em>SABAH, HÜRRİYET, MİLLİYET,</em> Vd. (Yani MEME'nin Amiral Gemileri) SEÇİM HABERİ YAPMADILAR... EĞER AKP'Yİ KAPSASALARDI, AKP DAHA AZ OY ALACAKTI... KAPSAMADIKLARI İÇİN AKP DAHA ÇOK OY ALDI...<br /><br />TARHAN ERDEM HAYATI BOYUNCA İKİ KEZ TAHMİNLERİNDE DOĞRU ÇIKTI: 1983'DE ve 2007'de... HER İKİSİNDE DE ÜFÜRMÜŞTÜ... 1983'de NASIL ÜFÜRDÜĞÜNÜ BANA ANLATMIŞTI. KİTAPLARIMDA VAR...<br /><br />Dedim ya, AKP’nin seçim zaferinin arkasında iki kişi var: Baykal ve the Grandmonument. İki de olgu: Çin malları ve sağlık sektöründe AKP tarafından yapılanlar. Gelecekteki ekonomik kriz ve TSK yapılanması, ikisini de alıp götürebilir ve 2008’de, Çin mallarına kota konur ve en STK TSK’nın komuta kademesi 1968’lilerden oluşabilir. O zaman, ikililik, entropik olarak çözülür. Bunun örneği 27 Mayıs’tır. AKP, DP’den ders almalıdır.<br /><br />Ancak sağlıkta yaşananlar çok önemli. Türkiye’de Tıp Fakültelerinde her 3 öğrenciye 1 öğretim elemanı düşüyor. Yani, Harvard’ın 34 öğretim elemanının yaptığını, Çapa Tıp 734 öğretmen ile yapıyor. Bunun sonucunda da, doktorun sayıca azlığından, sağlıkta özelleştirme ve elit doktor zenginliği ortaya çıkıyor.<br /><br />Ekonomik kriz AKP’nin elinde kaldı; patlar mı? İsrail-ABD gücü AKP’nin elinde “bunu” patlatır mı?<br /><br />Patlatırsa, artık bilin ki, Türkiye’nin global kapitalistlere satılacak malı kalmamıştır ve AKP’nin işlevi bitmiştir.<br /><br /><strong>AKP artık Türkiye’nin sahibi. Tarhan Erdem de anketlerin efendisidir...</strong><br />İzlemeye devam edeceğiz... Bize şimdilik sadece izlemek düşüyor.Medyapolitenhttp://www.blogger.com/profile/00332494631747202343noreply@blogger.com3tag:blogger.com,1999:blog-14463135.post-80983131582893672352007-07-18T19:45:00.000+03:002007-07-20T09:23:27.652+03:00SEÇİME ZEYL:<br />KÂRSIZ İKİ KÂRHANE<br /><br />Türkiye kârsızlaşan iki kârhane’sini satıyor. Bankalarını ve Medyasını. Bu iki sektiröl kapitalist ticari uğraş artık globalleri kazıklamak tarzına dönüşerek Türkiye’yi fırdöndü küresel devinime sokuyor. Banka işini kıvıramadı Türkiye. Portekiz’den aldığı modelleri (Bkz: Ahmet Çakaloz) Türkiye’nin parasız pulsuz; 1980 sonrası kara para ile; 1990 sonrası ise, borçla döndürdüğü saadet zincirinin artık son demlerinde demleniyorken, 22 Temmuz seçimleri yapılıyor. Bu arada herkesin unuttuğu bir Saadet var ki; hesapları bozacak gibi görünüyor. Barajı geçemese bile, AKP’yi Tayyip Erdoğan’ın, Doğu Perinçek’in deyişiyle Amerikaya kaçmasına ramak kalacak hale getirmesi bence olası. AKP’nin Tarhan Erdemli, erdemlik sosuyla kazanacğı % 48’in belki de % 15’ini Saadet alacak ve % 6-7’lere tırmanacak...<br />Medya işi de bu yüzden sakat. Bas bas bağırıyorlar; ne kadar fazla kapsanırsa bir politik parti, medyada, o kadar az oy alıyor... 1991’den beri... MIT mezunu olmak yetmiyor, <em>Azade</em> varakı olmak için. Etkileri hiç yok; bir bülten havasındalar. Üstelik Migros gibi yutturuyorlar kandilerini. Her rafta, her tıynette, her râiha var: oysa tek sesliler, bülbüllere benziyorlar. Bülbül gibi bir bülten nasıl hazırlanırsa, nenellikten nasip nesep alamamışlar belli ki, öyle hazırlıyorlar. <em>Azade</em> başı çekiyor. Diğerleri de zavallı kopyaları, onun.<br /><br />Seçim onları da yok etsin... Ama edecek mi? İlk kez sonu belli olmayan bir seçime giriyor Türkiye. Sol yok; sağ bok. Medyayı ve bankayı yabancılara kazıklıyorlar. Belli ki kâr umudu hiçlendi. Vardı az biraz, bir türlü oluşamadı. Yabancılar da, olacak zannediyorlar. Türkiye kârsızlaşan iki kârhane’sini satıyor. Kârsız bir seçime giriyor...<br /><br /><br /><strong>Jasmin Jungar ile Jayno Baran:<br />HUDSON ve SEÇİM</strong><br /><br />Ayşecim, mezun olamadığın okulda profesör olduğumdan, “manevi hocan” sayılırım, “kandırıldığını” yazıyorsun... Senin patronlar epey uğraşıyorlar benimle... Üzme tatlı canını; seni, seninle ropörtaj yaptığın herkes kandırıyor zaten; tek kandırmayan Ertuğrul....<br /><br />Medya şişirmesinin hep ters etki yaptığı bir 17 yılı geride bırakmış bulunuyoruz. Özel televizyonlardan sonra, medyada bir parti ne kadar fazla kapsanıyorsa, o kadar az oy alıyor. (Bkz: Medyaya Düşman Yetiştiriyorum, Karakutu Yay., 2. Baskı, 2005).<br /><br /><strong>Bu hipotez, 1991’de, 1995’de ve 1999’da doğrulandı. 2002’de ise tam pekişti. Sıra 2007’de. </strong><br /><strong><br />Bu hipoteze göre, AKP % 30’un altında kalabilir. Benim tahminim % 32. CHP de yerinde sayabilir. Benim tahminim % 21. MHP atak, yükseliyor. Tahminim % 24. Gerisi de DTP’nin bağımsızlarının. Yani, Meclis’e dört parti giriyor: AKP, (G. Doğu’da kaybedeceği için) 245; CHP, (büyük illerde fazla oy alacağı için) 160; MHP, (küçük yerlerde daha fazla oy alacağı için), 110. DTP ve diğer bağımsızlar ise 35.<br /></strong><br />Bütün her şey Kuzey Irak’a sınırötesi operasyonu engellemek için yapılıyor. Bir de Türkiye’yi kimin satacağını belirlemek için. Ayşenin kandırılması dahil, demeyeceğim, o zaten bir kader....<br />Masa üstü çalışmaları ile bilinen Güneri Cıvaoğlu da, Çandacı Cengiz de koronun falkonvari baritonları. Vehmi Boru da onlara vokalde eşlik ediyor. Bir de, terbiyesi ve bilgisi olmayan Jasmin Jungar ile Jayno Baran <a href="http://www.wamu.org/programs/dr/07/05/01.php#12754">http://www.wamu.org/programs/dr/07/05/01.php#12754</a> Mark Parris ile American Radio’da 1 Mayıs 2007 tarihinde Dianne Rehm Show’da konuşuyorlar.<br />Yapılan tam bir "F" tipi terör. Orduya terör ve darbe. Ordu’nun üst kademeleri Yaşar Paşa’nın söylediği gibi “psikolojik harekat” yapmayı bilmiyor... Bilse, “psikolojik harekattan” bahseder miydi Paşa? Bahsederler mi, psikolojik harekat yapanlar? Oysa, ABD, deneyimli. Gazeteciliğe, düşünceye ve çözümlemeye darbe yapmasını biliyor, ABD’li dingo dank’lar... Psikolojik harekattan bahsetmiyorlar, yapıyorlar. Bahsedilmez yapılır. Parris ile Jeyno ve Jungar’ı yukarıdaki linkten dinleyin, salık veririm. Darbe nasıl yapılır, ortam nasıl hazırlanır görürsünüz, piskolojik olarak, göremezseniz bile duyarsınız. Tam bir buçuk ay önce ilmek ilmek örülür kumaşı darbenin, psikolojik olarak. Dianne, Türkiye ile ilgili olarak bilgisiz. Jasmin ile Janna ise tam bir pinpon. Parris ise, beceriksizliğinden kovulmuş Ankara Sefaretinden olmasıyla nasıl övünüyorsa, yine yanlışlarla örüyor kumaşı. Yanlışı bize söyleyeceksin Bay Parris; Pentagon’a söylersen, erken emekli olursun. Bu dörtlü 1 Mayıs 2007’de F tipi bir darbe yapıyorlar, stratejik bir radyoda. Muhtıra veriyorlar. Kime? Bize! Ordu’ya... Dinleyin:<br /><br /><em>Tuesday May 1, 2007<br />10:00Turkey<br />Turkish democracy faces a constitutional crisis amid fears that the ruling Islamic party will undermine secular ideals. Hundreds of thousands have protested the selection of a presidential candidate whose wife covers her head.<br />Guests<br />Ambassador Mark Parris, former U.S. Ambassador to Turkey; visiting fellow and director of Turkey 2007 at the Brookings Institution.<br />Yasemin Congar, Washington bureau chief and columnist for the Turkish newspaper Milliyet; Washington correspondent for CNN Turk.<br />Zeyno Baran, director, Center for Eurasian Policy and senior fellow at the Hudson Institute<br />Join the show: 1-800-433-8850 (drshow@wamu.org) or </em><a href="http://www.wamu.org/programs/dr/contact_us.php"><em>contact us</em></a><br /><em>Listen to this segment<br /></em><a title="Real Player streaming audio for Turkey" href="http://www.wamu.org/audio/dr/07/05/r1070501-12754.ram"><em>Real Audio</em></a><em><br /></em><a title="Windows Media streaming audio for Turkey" href="http://www.wamu.org/audio/dr/07/05/r1070501-12754.asx"><em>Windows Media</em></a><br /><br /><br />Çandacı Cengiz’in haberi de şu:<br /><br /><em>“Söz konusu “Hudson Institute Senaryosu” haberini yayımlamadan önce, toplantıya katılan üç kişiyle görüşmüş, toplantı davetiyesini ve “senaryo metni”ni elde etmiş ve yetmemiş, toplantıyı düzenleyen Zeyno Baran’a yayımlayacağı haberin metnini gösterdikten ve onun onayını aldıktan sonra yayımlamıştır. Bütün bunları nereden mi biliyorum? Washington’dayım da oradan biliyorum. Hem Yasemin Çongar’dan hem de toplantıya katılmış kişilerden konuyu gerçek boyutlarıyla dinleyip, öğrendim. Zeyno Baran’ın yalanlamasının ise önemi yok. Zira, Hudson Institute’un Başkanı Ken Weinstein’ın açıklaması, Zeyno Baran’ın yalanlamasını yalanlıyor. Weinstein, toplantı içeriği ve “senaryo”yu şu cümlelerle doğruluyor: "Bu tür tartışmalar, tüm düşünce kuruluşlarında yapılmaktadır. Bu eylemin, Türkiye'de gerginliği artırmaktan başka hiçbir amaca hizmet etmediğine bakılırsa, her kim bu kapalı toplantının kurallarını ihlal ettiyse, bu eylemlerinden utanmalıdır." Her kurum, kendisini ve mensuplarını korumak için “duyarlı” davranabildiğine göre Türk medyası da Washington’daki en değerli ve haberciliğinde en titiz ve ciddi mensubunu, Yasemin Çongar’ı savunmakta duyarlı olmak zorundadır. Çongar, “güneşin balçıkla sıvanamayacağı”nı ortaya koyma işlevini, yıllardır başarıyla yerine getiriyor. Washington’daki balçık da Ankara güneşi ile sıvanamıyor.”</em><br />(Kaynak: <a href="http://www.haberturk.com/haber.asp?id=26659&cat=110&dt=2007/06/21">http://www.haberturk.com/haber.asp?id=26659&cat=110&dt=2007/06/21</a> )<br /><br />İşte böyle Ayşecim; kandıran kandırana; kandırılandan kanana uzanan bir uzay bu.<br /><br />Bir Internet haberinden alıyorum aşağıdaki satırları. Ne kadar haklı...:<br /><br /><em>“Org. Büyükanıt şöyle konuştu: "Psikolojik harekâtta çok yetersiziz. Devlet çapında organize edilip uygulanması gerekir. Şu anda bu harekatı planlayıp icra edecek bir kuruluş, kurul yoktur. Bir şey itiraf etmem lazım, PKK bizden çok daha iyi psikolojik harekat yürütüyor. Çünkü elini kolunu bağlayan yok."</em><br /><br /><em>“Genelkurmay Başkanının ağzından bir "itiraf" nitelemesiyle de olsa terör örgütüne "psikolojik harp" konusunda "başarı" atfedilmesi ise tek kelimeyle "vahim" bir hata. “Dünyanın sayılı ordularından birinin başkomutanı, bir terör örgütüne nasıl olur da kamuoyu önünde "başarı" atfedebilir? Bu açıklama en kısa sürede herhalde düzeltilecektir. Bugün tüm gazetelerde halkın önüne giden bu beyanatın, terör örgütü tarafından yeni bir "psikolojik harp" malzemesi olarak kullanılacağını bir Genelkurmay Başkanı nasıl görmez?”</em><br /><br />Oysa psikolojinin “p”sini anlamadan yapanlar çok, harekatı:<br /><br />Cengiz ÇANDAR <a href="mailto:cengizcandar@referansgazetesi.com">cengizcandar@referansgazetesi.com</a> yazıyor:<br /><br /><strong>Washington'un, Türkiye'de 'darbesever' aşırı sağı</strong><br /><br /><em>“Burası Türkiye. İspanya, İtalya, Fransa, Yunanistan gibi bir Akdeniz ülkesi. Irak, Suriye, Lübnan, İran gibi Ortadoğu ülkesi de sayılıyor.“Türkiye’de günümüzdeki tüm sakatlıkların -PKK’nın doğumu ve Kürt sorununun ağırlaşmasından, sistemi tıkayan anayasaya uzanan geniş yelpazede- anası kabul edilen 12 Eylül 1980 askeri darbesi, buna en çarpıcı örnektir.“12 Eylül 1980 askeri darbesi, Sovyetler’in Afganistan’ı işgal ettiği, İran’da İslam Devrimi’nin gerçekleşmesiyle İran’ın “Batı güvenlik denklemi”nin dışına çıktığı, buna karşılık Yunanistan’ın NATO’nun güneydoğu askeri kanadının dışında kalmaya devam ettiği uluslararası şartlar da gerçekleşti.Darbenin “zahiri gerekçesi”, Türkiye’nin cumhurbaşkanı seçimini becerememesi ve şehirleri kasıp kavuran “sağ-sol” çatışması ve terörü idi. Ekonomi de, 5 cent’e muhtaç” durumdaydı.Darbeyle, birlikte, ülkenin tüm şehirlerini kapsayan şiddet ortamı ve tehlikeli bir tırmanış gösteren mezhep çatışmaları bıçak gibi kesildi. Ekonomide, 24 Ocak (1980) kararları uygulamaya sokuldu. Yunanistan, Türkiye’deki “askeri yönetim”in onayı ve “Rogers Planı”nın sağladığı “uzlaşma” ile NATO’nun askeri kanadına geri döndü.“Batı güvenlik sistemi, uluslararası satranç tahtasında Afganistan ve İran’daki gerilemenin, Türkiye’yi “tahkim ederek” ve Yunanistan’ı NATO’nun askeri kanadına alarak, önünü kesti.“Bugün, bambaşka şartlar mevcut. Türk ekonomisi, “askeri darbe” talep etmeyecek kadar, dış ödemeler dengesi başta olmak üzere “sağlıklı” bir durumda. Türkiye, önüne dikilen tüm engellere rağmen, AB katılım sürecinde, yönünü belirlemiş bir ülke. Demokratik işleyiş, her türlü müdahalenin üstesinden gelecek bir enerjiye sahip.“Bu “iç” ve “uluslararası” şartlar altında, “darbe gerekçesi”nin “dış dinamiği” ne olabilir ki?“Şu: Ancak, ABD’deki “ekstremist-Neo Con” ekibin, bu ekibin “sağcı-Siyonist” kanadının İran’a “nükleer programı durdurmak” amaçlı olarak büyük bir hava harekatıyla vurmayı takıntı hale getirmesi ve bu amaçla, İran’a giden yolları bu amacına uygun “lojistik” alanlar haline dönüştürmeyi hedeflemesi. “Söz konusu ekibin en etkin üyelerinden biri David Wurmser, Cheney’in başdanışmanı konumunda. David Wurmser’ın eşi, İsrail vatandaşı Meyrav Wurmser, Zeyno Baran’ın “Avrasya Çalışmaları Merkezi”nin başında bulunduğu Hudson Institute’un Ortadoğu Bölümü sorumlusu.Bu ekibin tasavvurlarına karşı olduğu bilinen Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nda da yandaşları mevcut. En bilinenleri, Bakanlığın Avrupa dairesinde, Türkiye ile ilgili konuları elinde bulunduran Matthew Bryza. Bryza’nın 27 Nisan’daki “e-muhtıra”yı ve dolayısıyla “askeri müdahale”yi kollayan Amerikan açıklamasını kaleme alan kişi olduğu biliniyor.Amerikan yönetiminin belli mevzilerine yerleşik bu kesimin, “propagandist”leri, Richard Perle, ve ön planda Michael Rubin gibi isimlerin, altını çizdiği hususların başında;1. Türkiye’nin AB’de yeri olmadığı, AB sürecinin Türk Silahlı Kuvvetleri’ni güçten düşürme amacı güttüğü;2. Ak Parti’nin Türkiye’yi tehlikeli biçimde “şeriat devleti”ne sürüklemekte olduğu geliyor.Bu şahsiyetlerin, hemen tümü, "bu yıl sonlarında İran’a sert ve sonuç alıcı bir askeri darbe indirilmesi” görüşünü taşıyorlar.Türkiye’yle ilgili söylemleri ile, bizdeki “ulusalcı” söylem arasında ise dikkate değer bir “uyum” var.Bir başka deyimle, bizdeki “ulusalcı” söylem, “en aşırı sağcı Amerikan neo-con” söylem ile aynı dalga boyunda.Yani, bizim “ulusalcılar”, sanıldığı ve kendilerinin sandıkları kadar “ulusalcı” değiller...”</em><br /><br /><br />Evet, bir seçime daha gidiyoruz. Bu seçim yıkım seçimi olacak. Çandacı Cengiz’in ve Jasmin ile Baran’ın o harikûlade psikolojik zemin ile harekat yaptıkları bir seçim... Türkiye’nin işi zor. Hepsini iyi okuyun, Paşa’ya hak vereceksiniz ama neden o sözü söyledi, anlayamayacaksınız...Medyapolitenhttp://www.blogger.com/profile/00332494631747202343noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-14463135.post-54215761996235470062007-07-11T08:45:00.000+03:002007-07-11T08:52:39.132+03:00MEDYA NEYİ BELİRLİYOR?<br /><br /><strong>NOT:</strong> <em>Aşağıdaki mülakât, Bilgi Üniversitesi Haber Ajansı’ndan MELTEM URUT (BGHA) tarafından Veysel Batmaz ile yapıldı ve 07/04/2007 tarhinde "Medya siyaseti değil ticareti belirtiyor” başlığı ile BİRGÜN gazetesinde yayınlandı. Bu mülakatı günümüzü aydınlatmak, Erdoğan ile Şener arasındaki ilişkilerin daha sonra nasıl geliştiğini ve gelişeceğini açıklamak amacıyla yayınlıyorum.</em> <strong>VB<br /></strong><br />BİRGÜN: "TMSF operasyonu ile gün yüzüne çıkan medya krizi ile farklı bir iddiayı da iletişim bilimci <strong>Prof. Veysel Batmaz</strong> dillendirilyor. Sabah'a el koyma operasyonunda, Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener'in etkin rol oynamış olabileceğini iddia eden <strong>İstanbul Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Batmaz</strong>'la TMSF’nin “Ciner” operasyonunu, iktidar medya ilişkileri ve medya demokrasisini konuştuk."<br /><br /><strong>» Seçim öncesinde ATV Sabah grubuna el koyulması, Doğan Grubu ve AKP'nin POAŞ, Hilton arazileri gibi konular üzerinden bir ittifak içinde olduğu iddialarına bakarak medyadaki bugünkü tabloyu nasıl değerlendiriyorsunuz?</strong><br /><br /><strong><em>Veysel Batmaz:</em></strong> Sabah'a el konulması tamamıyla siyasi bir karar. Büyük bir ihtimalle de AKP içindeki bir çelişkinin ürünü. Abdüllatif Şener veya Tayyip Erdoğan arasından çıkan bir çelişkinin somutlaşması bu. Doğan Grubu, Sabah Grubu ve Tayyip Erdoğan arasında bir gerilim mevcut şu anda. Bu cumhurbaşkanlığı seçimi gerilimi. Doğan Grubu medyası bütün her şeyiyle Tayyip Erdoğan'ın cumhurbaşkanı olmasına karşı. Bu, yazılarda, Financial Times'ta yazdırdıkları yazıda ortaya çıkıyor. Erdoğan'ın cumhurbaşkanı olmasını destekleyecek bir medya grubu şu anda söz konusu değil. AKP içinde bir takım insanlar da desteklemeyecek olan gruplara karşı belki TMSF'yi harekete geçirdiler. TMSF siyasi bir iş yaptı ama Abdüllatif Şener'in açıklamalarıyla, Tayyip Erdoğan'ın açıklamalarına bakarsanız bunun hemen hemen kimler arasında olduğunu anlarsınız. Sabah'a el konulması sonrasında yaptıkları açıklamalar var. Belli ki Tayyip Erdoğan o olayda inisiyatifi kaybetmiş. Belki bilgisi dahilinde bile olmayan bir şey. Çünkü bu konu, birdenbire Bakanlar Kurulu'nda, olay gerçekleştikten sonra tartışıldı.<br /><br /><strong>» Siz Abdüllatif Şener'in bu operasyonda daha etkin rol oynadığını mı söylüyorsunuz?</strong><br /><br /><strong><em>Veysel Batmaz:</em></strong> Bu yaptığım tamamıyla spekülasyon. Ama bu bilgileri bir araya getirdiğimiz zaman böyle bir sonuç çıkıyor. AKP'nin içinde Tayyip Erdoğan'ın cumhurbaşkanı olmasını isteyenler var. O kişiler bu sayede başbakan olacaklar çünkü. Dolayısıyla onlar da Erdoğan'ın Çankaya'ya çıkmasını isterler ki onlarda kendileri de güç kazandırır bu. Zaten Doğan Grubu almış başını giden bir grup. Rusya'da yatırımlar yapıyor, değişik şekilde Star'ı aldı vs. Her bakımdan bir medya tekeline dönüşmüş durumda. Axel Springer Grubu'yla sanırım bir anlaşma yapmış. Sabah'a el konulduktan ve satışa çıkarılacağı söylendikten sonra Springer Grubu Türkiye'yle ilgili yatırım kararı alabileceğini ilan etmiş. Bunlar birleştirildiğinde Doğan Grubu'na büyük bir çıkar sağlandığı anlaşılıyor. Bu, Sabah Grubu onu destekliyordu, öbürü desteklemiyordu diyebileceğimiz kadar basit bir iş değil. Bu tamamen AKP'nin içinde gruplar arası bir dengeleme siyaseti. Bu iş AKP'nin içinde bir çelişkinin ve ayrıca Tayyip Erdoğan'la Doğan Grubu arasındaki çelişkinin ürünü. El koymaya neden olan gizli anlaşmaların Dinç Bilgin'den çıktığı söyleniyor. Dinç Bilgin şu anda Doğan Grubu'nun neredeyse maaşlı elemanı. Bilgin'in Doğan Grubu'nda gazete çıkaracağı, maaş alacağı söylendi. Bunu kimse yalanlamıyor. TMSF buna istinaden iş yapıyor.<br /><br /><strong>» Sizce bu olaylar basın özgürlüğünü nasıl etkileyecek?</strong><br /><br /><strong><em>Veysel Batmaz:</em></strong> Basın özgürlüğünü hiçbir şekilde etkilemez. Bu el koyma medyanın siyaseti etkilemesine yönelik bir operasyon değil. Asıl burada komik olan taraf, medyanın siyasette etkili olduğunun zannedilmesi. Seçimlerde medya genel olarak ne derse, insanlar onun tersini yapıyor. 1991'de aynı şeyi yaptılar. 94-95'te aynı şeyi yaptılar. Refah partisi hakkında o yıllarda, neler neler söylediler. Ama ardından Refah partisi birinci parti oldu.<br /><br /><strong>» O zaman ekonomik çıkar var değil mi?</strong><br /><br /><strong><em>Veysel Batmaz:</em></strong> Medya operasyonlarından bahsediyoruz ama bütün özelleştirme operasyonları bir rant yaratıyor. Ekonomik tarafı var bunun. Sabah'ı birisi satın almaya kalkarsa bunun komisyonsuz satılabileceğini düşünebiliyor musunuz? Bundan birileri 30-40 milyon dolar komisyon alacak. Bunun için de yapılıyor olabilir. Birisi anlaşmıştır. Birisi müşteriyi bulmuştur. TMSF, BDDK, RTÜK vs gibi üst kuruluşların, Türkiye'de yaptıkları iş tamamıyla elitler arasında bir güç dengelerini ayarlamak ve ekonomik rant yaratmak.<br /><br /><strong>» Kamu yayını yapan TRT, AKP ile iyi ilişkliler içindeki Doğan medyası, İslami medya ve son olarak TMSF'nin el koyduğu Merkez Grubu Türkiye'nin etkili medya grupları. Tüm bu televizyon ve gazetelerin AKP'nin yakın kontrolünde olması önemsiz bir durum mu sizce?<br /></strong><br /><em><strong>Veysel Batmaz:</strong></em> Hiç önemli olmadığı gibi tersine de etki yapar. 91 seçimini örnek verdim. Refah Partisi aleyhine ana akım medya haber bombardımanı yaptı. Ne oldu? Refah Partisi yüzde 28'le birinci parti oldu. 2002'de de benzeri oldu. DSP, ANAP ve MHP iktidarda olmakla birlikte Hüsamettin Cindoruk'lar, İsmail Cem'ler... medyada bunlar pohpohlanıyordu. Hiç hesap edilmemiş, bir buçuk yıllık parti AKP, Türkiye'de yüzde 35'le meclisin yüzde 65'ini aldı. Medya, ticareti belirliyor. Reklâmlar gayet etkili. Ya da dizi filmleri seyreden insanlar o tür bir hayat tarzına dahil olmuş hissediyor kendini. Bunun gibi medyanın ticari ve kültürel tarafı var. Ama siyasi etkisi yok. AGB'nin toplam prime time reytinglerine bakın, yıllık ortalamalar 42-43 düzeyinde geziniyor. Bu, ülkenin yüzde 65'i, en geniş olarak izlenen televizyon mecrasından herhangi bir etkilenme içerisinde değil demek. Bu şu anlama geliyor ki Türkiye'de bir programı başından sonuna kadar seyretme alışkanlığı yok. Dolayısıyla etkilenme olasılığı yok. Gazetelerse 3-4 milyon satıyor. Bunun okur katsayısı maksimum 12 milyon. 12 milyon kişi gazeteye bakıyor. 45 milyon insan oy veriyor. Demek ki 33 milyon insanın gazetelerden etkilenmesi imkânsız. Televizyonda maç seyrediyorlar, dizi seyrediyorlar. Haber izlemedikleri için siyasi olarak etkilenmiyorlar. Demek ki medyanın siyaseten etkisi hiç öyle zannedildiği gibi değil. Eğer insanlar ona oy versin diye yapılıyorsa, Türkiye'de medya operasyonu yapmak fuzuli. Ama elitler arasında kimin güçlü, kimin güçsüz olduğunu göstermek açısından bir mesaj verilmek isteniyorsa, Genelkurmay'ın 5 tane generaline, Cumhurbaşkanlığı'na, TÜSİAD'a vs, yani yönetici elitlerde bir şeyler yapılmaya çalışılıyorsa bu operasyonların anlamı var.<br /><br /><br /><strong>» Nokta dergisinde ardı ardına çıkan TSK'dan yasaklı gazeteciler, darbe tehlikesi atlatıldı gibi ordu içinden gelen haberlerin hemen sonrasında TMSF'nin el koyma operasyonu gerçekleşti. "Darbe olabilir, kanala el konabilir" gibi cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi bir korku filmi senaryosu mu yaratılıyor?</strong><br /><strong><br /><em>Veysel Batmaz:</em></strong> Eğer bu işler elitler arasında bir mesajlaşmaysa, ona el koyar, şuna andıç yapar. Ama sonuç olarak cumhurbaşkanını biz seçmeyeceğiz ki, 550 kişi seçecek. Kamuoyuyla ilgisi olmayan şeyler bunlar. Medyanın kamuoyu etkisi, oya dönüşebilecek seçim etkisi falan yok. Burada olan olayların hepsi birkaç kişiye, bak ben daha güçlüyüm, demek için yapılıyor.<br /><br /><strong>» Merkez Grubu dışında kalan, diğer medyanın Sabah ve grubuna el konulmasına karşı tutumunu nasıl değerlendirirsiniz?<br /></strong><br /><em><strong>Veysel Batmaz:</strong></em> Birisi sevinmiştir, birisi üzülmüştür. Ama Türkiye'de öyle bir hava oluştu ki akademik hayatta da, medyada da entelektüel diyebileceğimiz bu sektörlerde, sizin konuştuklarınız aslında söylemek istedikleriniz değil. Medyada, adam belki Sabah Grubu'na el kondu diye sevindi. Ama aslında, büyük bir ihtimalle bu kendi düşüncesi değil. O havaya kapılmış veya birisinin söylemesiyle yazı yazan insanlar bunlar. Bunların çoğu asistanlarına yazdırıyor zaten. Yazıyı okumuyorlar bile. Dolayısıyla sevinenler, üzülenler zaten kendi mi yazdı, kendi mi sevindi, birisi mi söyledi, anlayamayacağımız insanlar.<br /><br /><strong>» Sabah, ATV satılırsa kim alır sizce? Murdoch alır diyen var. Fethullah Gülen ekibinden biri alabilir de diyorlar. Eğer böyle bir şekillenme olursa ortaya nasıl bir tablo çıkar?<br /></strong><br /><em><strong>Veysel Batmaz:</strong></em> Televizyonu, gazeteyi Murdoch'ın almasıyla Fethullah Gülen ekibinin ya da başka birinin alması arasında hiçbir fark yok. Medyanın yaptığı iş, sermayenin kaynaklandığı yerle ilgili değil. 60'larda filan hemen hemen bütün gazeteler siyasi, ideolojik gazetelerdi. Bizim şu anda gördüğümüz gazeteler gibi değildi. O zamanlar sermayenin kimi elinde olduğu önemliydi. Ama şu anda o kadar önemli değil. Zaman gazetesine bakın STV'ye bakın, Hürriyet'ten Kanal D'den hiçbir farkı yok. Ben kimin alacağından ziyade, o alan, bu düzeni değiştirecek mi ona bakarım. Özellikle televizyonlar kültürel ve ticari olarak çok etkililer. Ama ne Fethullah Gülen tarafı ne Murdoch, siyasi olarak hiçbir şey yapamazlar. Ne Fethullah Gülen, kanallarıyla bir partiyi iktidara getirebilir ne Murdoch. Hatta büyük ihtimalle de tam tersi olur.Medyapolitenhttp://www.blogger.com/profile/00332494631747202343noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-14463135.post-4689654769126001572007-06-09T10:36:00.000+03:002007-06-15T07:44:47.696+03:00<a href="http://4.bp.blogspot.com/_hUpd05xVfeU/RmpauGqvF-I/AAAAAAAAAJM/x2wE8hXpXRQ/s1600-h/kemalist_ata_iran2.jpg"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5073967678296627170" style="FLOAT: left; MARGIN: 0px 10px 10px 0px; CURSOR: hand" alt="" src="http://4.bp.blogspot.com/_hUpd05xVfeU/RmpauGqvF-I/AAAAAAAAAJM/x2wE8hXpXRQ/s400/kemalist_ata_iran2.jpg" border="0" /></a>MUSTAFA KEMAL’İN BURSA NUTKU<br /><br />En STK TSK, paradigmasını değiştirmek üzere, Mustafa Kemal’in “Bursa Nutku”nun bir benzerini 8 Haziran 2007 gecesi, Internet sitesinde yayınladı. İşte metin:<br /><br /><em>BASIN AÇIKLAMASI TARİH : 08 HAZİRAN 2007 NO: BA- 13 / 07<br />1. Sayın Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar BÜYÜKANIT, 12 Nisan 2007 tarihinde yapmış olduğu basın toplantısında, terörün Mayıs 2007 tarihinden itibaren tırmanacağını, kamuoyuna açık bir şekilde açıklamıştır.Son günlerde ortaya çıkan terör olayları, bu açıklamaların gerçekçi olduğunu göstermiştir.<br />2. Bu terör eylemleri, aynı zamanda bölücü ve ırkçı terör örgütünün gerçek niyetini de çok açık bir şekilde ortaya koymuştur.<br />3. Her fırsatta, yurt içinde ve yurt dışında barış, özgürlük ve demokrasi gibi insanlığın yüksek değerlerini, terör örgütüne paravan olarak kullanan kişi ve kuruluşların, bu olayların gerçek yüzlerini görme zamanı artık gelmiştir.<br />4. Türkiye Cumhuriyeti, ulusal ve üniter yapısının, çağ dışı bir yapı olduğunu düşünen bir yaklaşım ile karşı karşıyadır.Ulusumuzun bu tehlikeli yaklaşımı fark etmek zorunluluğu vardır ve olmalıdır.<br />5. Ortaya çıkan ve giderek artan terör eylemleri, bu tür düşüncelerin ve bunları dolaylı veya doğrudan destekleyenlerin çarpık düşüncelerinin çok açık bir göstergesi olduğu şüphesizdir.<br />6. Türk Silahlı Kuvvetleri, terörle mücadele konusunda sarsılmaz bir kararlılığa sahiptir ve bu tür saldırılara gereken cevabı vereceği tartışılmaz bir gerçektir.<br />7. Türk Silahlı Kuvvetlerinin beklentisi; bu tür terör olaylarına karşı, yüce Türk milletinin kitlesel karşı koyma refleksini göstermesidir.<br /><br />Kamuoyuna saygı ile duyurulur.<br /></em><br />Bizim MEME’de, 7. madde epey tartışılıyor. Şimdi çok ötelere gidelim ve 1933’de, İstanbul Üniversitesi’nin kuruluş yılında Mustafa Kemal’in <strong>Bursa Nutku</strong>’na bir göz atalım:<br /><br /><em>Şubat 1933'te Bursa Ulucami'de toplanan 100 kadar irticacı camilerde Türkçe ezan okunmasına karşı bir ayaklanma girişiminde bulunurlar. Ayaklanma kısa sürede bastırılır. Atatürk Bursa'ya gider. Çekirge yolu üzerinde bulunan bir köşkte akşam yemeği yenildiği sırasında bir kişi Atatürk’e ayaklanmayla ilgili olarak şöyle diyecek olur: "Bursa gençliği olayı hemen bastıracaktı, fakat zabıta ve adliyeye olan güveninden ötürü..." Atatürk hemen konuşmakta olan kişinin sözünü keser ve aşağıdaki konuşmayı yapar:</em><br /><br /><em>Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, "Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır" demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır.</em><br /><em><br />Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, "Polis henüz devrim ve cumhuriyetin polisi değildir" diye düşünecek, ama hiç bir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek, "demek adalet örgütünü de düzeltmek, yönetim biçimine göre düzenlemek gerek"</em><br /><em><br />Onu hapse atacaklar. Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte bana, başbakana ve meclise telgraflar yağdırıp, haksız ve suçsuz olduğu için salıverilmesine çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek. Diyecek ki, "ben inanç ve kanaatimin gereğini yaptım. Araya girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir."<br /><br />İşte benim anladığım Türk Genci ve Türk Gençliği!</em><br /><em><br /><strong>Mustafa Kemal Atatürk</strong></em><br /><em>Bursa, 5 Şubat 1933 <img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5073967429188523986" style="DISPLAY: block; MARGIN: 0px auto 10px; CURSOR: hand; TEXT-ALIGN: center" alt="" src="http://2.bp.blogspot.com/_hUpd05xVfeU/RmpafmqvF9I/AAAAAAAAAJE/mPGzNe-hUWc/s200/Untitled-1+copy.jpg" border="0" /><br /></em><br />8 Haziran 2007 TSK Muhtırası ile, Mustafa Kemal’in Bursa Nutku’nun arasında sadece nüans var. TSK Muhtırası, teröre ve onu destekleyen AKP iktidarına yönelmiş bulunuyor; Bursa Nutku ise, yine bir Muhtıra o, irticacı teröre karşı irticalen söylenen sözlerdir.<br />Evet, TSK artık paradigmasını, Mustafa Kemalciliğe çevirmiştir. Bu paradigma değişikliğinde, dipten gelen (Ordunun diplerinden gelen) dalganın etkisi büyüktür. Sivil dalganın da etkisi büyüktür.<br /><br />MEME’de tartışan zer-zevat ise, Ordu’nun bu, demokratik ve ifade özgürlüğü korunması altındaki civitas davranışını eleştirmektedir. Gerici liberallerin, Murat Belge gibi sol liberallerin içinde kıvrandıkları durum, sivilliğin kimin tarafından yapılacağının totaliter bir biçimde belirlenmesidir. Bu sivillik, sol liberallere göre Ordu tarafından yapılırsa totaliterdir; Murat Belge gibi (h)elinsiki demokratlarca yapılırsa demokratiktir.<br /><br />Teröre gelince; terör tarih boyunca hep kültürel dayanaklarda yaşam alanı bulmuştur. Kültürel ortam sağlanamadığında, ekonomik, politik ve toplumsal ortamlarda, koşullar elverse bile terör oluşmaz. İşte, TSK’nın paradigma değişimi altında yatan gerçek budur. TSK artık, sadece kendinin kontrol altında tuttuğu politik ve askeri araçlarla teröre karşı yengi sağlayacağını düşünmemektedir. Teröre karşı, ulusal kültürün kitlesel gösterilerini ve ifade araçlarını kullanmanın gerekliliğini vurgulamaktadır. Aynı 1933’de Mustafa Kemal gibi. Ancak bu yeterli değildir. Kitleselliğin, sosyal-demokrat dışı ulusal sol akım ve düşüncelerin önündeki örgütlenme sınırlarının ve seçimlere katılabilme koşullarının da politik ve hukukî olarak açılması gerekmektedir. Avcıoğlu’nun ve Kıvılcımlı’nın düşüncelertemelinde oluşturulacak bir örgütlenmenin yolları açılmalıdır; görünen odur ki açılacaktır.<br /><br />Yoksa, o dipten gelen dalganın sözcüsü konumunda olan intihalci Arat ve hukuksuz Serterler ile, ancak işin başına dönülebilir; Türkiye’nin tuttuğu yeni paradigmatik ip düğüm olur. İvme ve hızlı değişim ve dönüşüm kazanılamaz; dış dinamiklere esir olunur. Dipten gelen dalga sosyal-demokrat dışı ulusal sol bir örgütlenmeye devşirilmezse, ipin ucu yine emperyalizmin olur.<br />Musul derhal, diplomatik ve/veya askeri yollarla alınmalıydı. Bu “derhal” 2001 yılına ait bir derhaldir. İş işten geçmiştir: Türkiye coğrafyasını sığmayan bir yapının esiri olmuştur; olmak durumundadır. AKP’nin 2002 meşru azınlık iktidarı, bu oluşumu önledi. Şimdi ise gecikmiş olarak TSK gözünü Musul’a dikmiş bulunuyor ama artık Kuzey Irak Türkiye’ye çok ıraktır.<br />Askeri bir karmaşa girişimi yerine, sosyal-demokrat dışı ulusal sol örgütlenmenin oluşmasına, kitlesel eylemlerin dolayımıyla geçilmelidir. Bu örgütler, büyüdükçe, Türkiye’nin Kuzey Irak sorununa uluslararası baskı yapacaktır. Ancak bu Aratlarla, Serterlerle yapılacak iş değildir.<br />TSK sözcülerinden Edip Başer Paşa da, hem liderliğin, hem de ulusallığın altını Hatay’da çizmiştir:<br /><br /><em><strong>Başer: Laik sistem korunmalı</strong></em><br /><em><br />Emekli General Başer, terörün bitmesi için yetenekli liderlere ihtiyaç olduğunu söyledi.<br /><br />Emekli Orgeneral Edip Başer, ulusal güvenlik sorunlarının çözümü için <strong>''yetenekli liderler ve çok iyi seçilmiş yöneticilere'' </strong>ihtiyaç olduğunu söyledi. Başer, Hatay'ın İskenderun ilçesi Genç İşadamları Derneğince düzenlenen''Türkiye'nin Ulusal Güvenliği'' konulu konferansta, eğitim sorunu, kötü yönetim, refahın paylaşımındaki dengesizlik, mezhepsel ve kökten ayrılıklar ile adalet ve sağlık sistemindeki sorunların ulusal güvenliği etkileyen unsurlar arasında yer aldığı vurguladı.Ulusal birliğin korunmasında en önemli unsurun dil olduğunu, Türkçe'nin korunmasına özen gösterilmesi gerektiğini belirten Başer, ''TOKİ'nin yaptığı sitelerde Türkçe isimlere rastlamak zordur. Ya İngilizce ya Fransızca. Bağdat Caddesinde Türkçe mağaza ismi çok azdır'' dedi. Başer, din ve inanç konusunun da ulusal birliğin sağlanmasında önemli unsurların başında yer aldığını söyledi. ''Politik kaygılarla insanların inançlarını sömürmenin, din öğretimini laik anlayışın dışına çekerek tarikatların ve çeşitli inanç gruplarının oyun alanı haline getirmenin ülke kaderi üzerine oynanan tehlikeli bir oyun olduğunu'' ifade eden Başer, şunları kaydetti: <strong>Laik sistem korunmalı: </strong>''Bu oyuna düşmemenin tek yolu laiklik sistemini koruyup eğitimi de buna göre düzenlemektir. Ulusal güvenlik açısından bireyler her açıdan iyi bir vatandaş olmalıdır. Yönetimlerin ülkeye zarar verebilecek uygulamalarına karşı toplumsal tepkinin en etkili şekilde ortaya konabilmesi için bireylerin örgütlenmeleri veya uygun gördükleri sivil toplum örgütlerinden birine katılmaları özendirilmelidir. Yönetimlerin attıkları adımları en etkili şekilde sivil toplum denetler. Ulusal güvenlik sorunlarının çözümü için yetenekli liderler ve çok iyi seçilmiş yöneticilere ihtiyacı var. <strong>PKK'ya gelir akıyor:</strong> Başer, bir soru üzerine, terör örgütü PKK'nın pek çok kanaldan gelir elde ettiğini, Avrupa'da çok sayıda iş yerinin bulunduğunu belirterek, ''ABD ile bu koordinasyonda, PKK'ya verilen çeşitli desteklerin kesilmesini konuştuk. Öyle bir sistem kurmuşlar ki bir kanalını kesseniz diğer kanallardan gelirleri sürüyor'' diye konuştu.</em> (Kaynak: <a href="http://www.gercekgundem.com/?p=68330">http://www.gercekgundem.com/?p=68330</a> )<br /><br /><br />Mesele “Bursa Nutku” ile “Hatay Çözümlemesini” birbirine bağlamaktır. Bir daha yineleyeyim. Bu bağlama, Aratlarla, Serterlerle olmamalıdır; olmaz.<br /><br /><br />9 Haziran 2007Medyapolitenhttp://www.blogger.com/profile/00332494631747202343noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-14463135.post-53030003330444401012007-05-23T07:53:00.000+03:002007-05-23T07:59:27.348+03:00<a href="http://1.bp.blogspot.com/_hUpd05xVfeU/RlPKEdmCExI/AAAAAAAAAIc/aJy2uGC4jbk/s1600-h/Effect-011-Seval.gif"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5067616183734375186" style="FLOAT: left; MARGIN: 0px 10px 10px 0px; CURSOR: hand" alt="" src="http://1.bp.blogspot.com/_hUpd05xVfeU/RlPKEdmCExI/AAAAAAAAAIc/aJy2uGC4jbk/s400/Effect-011-Seval.gif" border="0" /></a>TERÖRÜN SEMİOLOJİSİ: ANKARA + ULUS + ANAFARTALAR...<br /><br /><br />YOĞUN SEMİOLOJİ İÇEREN, AYNI İKİZ KULELER ve İKİZ SİNOGOGLAR TÜRÜNDEN BİR TERÖRLE KARŞI KARŞIYAYIZ: ANKARA + ULUS + ANAFARTALAR...<br /><br />MEKAN, TAM ANLAMIYLA BİR GÖSTERGE; MESAJ İÇERİYOR...<br /><br />DIŞ BAĞLANTILI KUZEY ÜLKESİNDEN KAYNAKLANAN GERİCİ BİR TERÖR...<br /><br />SANKİ, ULUSUN TANDOĞANDA AYAKLANIŞINA BİR TEPKİ VE YANIT...<br /><br />Terör mesaj içerir; mesajı olmayan saldırıya terör denmez. Harhangi bir saldırı, yıldırı (terör) haline, medyada yer alınca bürünür.<br /><br />Terör, zeminde olur veya zemine getirilir.<br /><br />Terör, herkese değil; sadece belli bir hedef kitleye mesaj verir; herkesi değil sadece belli bir kaç kişiyi yıldırmayı ve eyleminden vazgeçirmeyi hedefler.<br /><br />22 Mayıs Ankara, Ulus’ta, Anafartalar Çarşısında yapılan, Türkiye’de bugüne kadar yapılan en semiolojik terördür.Medyapolitenhttp://www.blogger.com/profile/00332494631747202343noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-14463135.post-50620397388115876522007-05-14T09:29:00.000+03:002007-05-14T11:10:27.862+03:00<a href="http://4.bp.blogspot.com/_hUpd05xVfeU/RkgC_wPeCgI/AAAAAAAAAIU/LE9T39LpaQg/s1600-h/izmirmitingi301.jpg"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5064301075282921986" style="FLOAT: left; MARGIN: 0px 10px 10px 0px; CURSOR: hand" alt="" src="http://4.bp.blogspot.com/_hUpd05xVfeU/RkgC_wPeCgI/AAAAAAAAAIU/LE9T39LpaQg/s400/izmirmitingi301.jpg" border="0" /></a>TANDOĞAN, ÇAĞLAYAN, GÜNDOĞAN ve AZINLIK ERDOĞAN<br /><br />Ertuğrul Özkök tarafından <strong>“kara gözlüklülerden”</strong> biri olarak nitelendirilirim. Ara sıra da, <strong>“Internet’in azgın azınlığından” </strong>biri olarak... Her iki durumda da, <strong>“azınlık”</strong>tan olma durumuna tekabül ediyorum.<br /><br />Bu aynı zamanda şu demek: Ertuğrul Özkök’ler çoğunluk bu toplumda, ben ve benim gibiler azınlık. “Yerseniz.”<br /><br />Bu ülkede azınlık olup, kendine çoğunluk diyenler çok.<br /><br />Özkök bunlardan sadece biri.<br /><br />Bir de Recep Tayyip Erdoğan var:<br />Cumhurbaşkanlığını elinden kaçırıp, sonra Abd’ullah’ı terfien azlederek; bütün sorunu da Arınç’a yıkarak kazandığı seyislik (siyaset) mağlubiyetini şu şekilde açıklıyor: “Türkiye’de azınlık (bizler oluyoruz), çoğunluğa (İslamcı dinciler oluyor) tahakküm ediyor.”<br />Toplam oyların 2002’de % 25’ini alan; 2004’de de % 34’ünü alan bir lider, kendini aynı Ertuğrul gibi çoğunlukta görüyor. Ya dörtte bir, ya da üçün biri olan bir Parti liderinin bu kadar afra tafra yapmasına, Türkiye ilk kez tanık oluyor. 1965’de % 52 oyla Süleyman Demirel ve 1973’de % 42 oyla Bülent Ecevit bile bu kadar Denizli horozu gibi ötmemişti. Tayyip Bey'in başında bulunduğu Hükümet, 2002'den beri "meşru bir azınlık" hükümetidir.<br /><br />Bir de Edibe Sözen. Profesör Sözen. CHP’li amcası gibi. O ise AKP’li; modernist dinci. O da çoğunluktan farzediyor kendini. “En STK TSK” diyen bendeniz gibileri de azınlık, Profesör Edibe Sözen’e göre...<br />Ahmet Hakan’ın programında, DYP Genel Başkan Yardımcısı Celal Adan ile başa çıkamaması var ki, Ahmet mi attı bu kazığı Profesör Sözen’e, yoksa, danışman AKP’liler, onu yemek istediklerinden henüz acemi er iken cepheye mi sürdüler? Çoğunluğun içinde bula bula neden onu buldular?<br />Bakın şöyle bir konuşma geçti, Prof. Edibe Sözen ile Siyasetçi Celal Adan arasında:<br /><strong>Sözen:</strong> “DP’yi kuran ANAP ve DYP’nin bir tür manevi vasisi konumunda olan Aydın Menderes bile yeni oluşan Demokrat Parti’yi eleştiriyor, Adnan Menderes’in DP’si, Yeter Söz Milletindir, diyordu, yeni DP Yeter Söz Devletin diyor. Bence yeni kurulmakta olan ittifak manevi vasi olarak Aydın Menderes’in sözlerine kulak vermeli.”<br /><strong>Adan:</strong> “Evet, Menderes adı bizim için çok önemlidir ama Aydın Bey ile zaten DYP ve eski AP kadroları arasında uzunca süredir bir anlaşmazlık vardı. Aydın Bey sırf Menderes soyadını taşıyor diye, DP geleneğinin vasisi veya maniviyatı hiç olamaz. Ancak ben Edibe Hanım’a şunu sorkam isterim. AKP’nin kurucusu Recep Tayyip Erdoğan’ın manevi vasisi kim? Necmettin Erbakan değil mi? AKP bu manevi vasiyi dinliyor mu ki, bize Menderes soyadlı birini dinlememizi tavsiye ediyor. Üstelik bizim manevi vasimiz olduğunu söylediği Aydın Menderes epey bir süre Refah Partisi milletvekili olarak Gül ve Erdoğan’ın yanındaydı.”<br /><br />İnsan, Adan ile Keçeciler gibi iki kurt politikacıya karşı, “mantar kamuoyu” üzerine uzman birini çıkartmamalı. Çünkü, o türlü uzmanlar, kamuyu "mantar" zannediyorlar; kendilerini de çoğunluk... Ben bu programda gösterdiği performansa bakarak, uzun bir süre Edibe Hanım’ı, seçim çalışmalarında ve AKP adına medya önünde göremiyeceğimizi düşünüyorum. Yanılırsam, AKP kaybeder.<br /><br />Gelelim, kare asına: Altanzede Mehmet; Çantacızade Cengiz; Karakaşî (adını unuttum ama siz anlamışsınızdır, “yapıt,” “yapıntı” diyesim geliyor; “zade” ve “zede” bilerek yazılmıştır.) ve ASA. ASA kim derseniz çok ayıp olur. Bunlar kare ası. Televoleci iktisadi <strong><em>politikososyologtrikliboşgillerden</em></strong>.<br /><br />"Kürt sorunu benim şahsi meselemdir"<br />"Diyarbakir'ı Büyük Orta Doğu projesinin merkezi yapacağız"<br />"Askerlik yan gelip yatma yeri degildir"<br />"(Sehit annesini kastederek) Ne konuşacağım ben o kadınla?"<br />“Sayın Öcalan, öldürdüğü kellelere baksın”<br />"Meclis beni hayal kırıklığına uğrattı" <span style="font-size:85%;">(1 Mart tezkeresi TBMM'den geçmediğinde)<br /></span><br />İşte bu kare ası bu sözleri söyleyen Recep Tayyip Bey’i demokrat zannediyor. Bu kare ası, Fethullahçı 24’de, zaman zaman programa çıkıyorlar ve Cumhuriyet’ten ve mitinlerinden ne kadar korktuklarını anlatıyorlar. Bu kalabalıkların ne kadar anti-demokratik olduğundan dem vuruyorlar. Carl Schmitt’i okusunlar; demokrasi işte bu: Hitler ve Stalin’i de iktidara getirir; AKP’yi de... Onları dinlemek; Schmitt’i okumak lazım. İşin ilginci hangi kanaldan hangi darbe nedeniyle kovulurlarsa kovulsunlar, onlara mikrofon verecek mutlaka bir MEME buluyorlar. Bu demokrasi değil mi? Hem de 28 Şubatçıların, 27 Nisancların yarattığı? Demokrasi ile Cumhuriyet arasındaki farkı, Regis Debray kadar bile bilmiyorlar.<br />Gevrek gevrek gülüyorlar, içi boş ama dalkavuk edası ile bilgiçliğe bulaşık lafların etrafında, sınıfsal hiç bir analiz yapmadan, küreselleşmeyi ve Batı demokrasisini savunuyorlar. Şaşkın, bitap ve kederli.<br /><br />Seçimlere bu minvalde giriyoruz. Yani, seçim sath-ı mâiline. Eğimli yüzeyine.<br />Bu eğimli yüzeyden kim düşüp kafasını kıracak henüz belli değil. Ama Türkiye safralarını atacak, kendini azınlıktayken çoğunluk görenlere kıyak ve kaygan eğimli bir zemin sağlanmış durumda.<br /><br /><em>“Aralarında 67 gazeteci ve yazarın, 48'si profesör olmak üzere toplam 132 akademisyenin, 35 hukukçunun, sanatçıların ve çeşitli meslek dallarından kişilerin yer aldığı 500 yurttaş, Genelkurmay Başkanlığı'nın "muhtıra" olarak nitelenen açıklamasına karşı bir bildiri yayımladı. “Muhtırayı reddettiklerini bildiren imzacılar, "Demokrasiyi yok etmeye yönelen her türlü müdahaleye karşı direnme hakkına sahip olduğumuzu açıkça belirtiyoruz" dedi.”</em> (İmzacılar için Bkz: <a href="http://www.gercekgundem.com/?p=62896">http://www.gercekgundem.com/?p=62896</a> )<br /><br />Bu aydın kişiler de kendilerini çoğunlukta zannediyorlar, onlar aydın, biz aydın değiliz ve azınlıkız, onlar çoğunluk; meydanlarda toplanan ve yürüyen milyonları herhalde “demokrasi” olarak nitelendirmiyorlar. Çünkü onlar çoğunluk ve meydanlarda yürüyen bizler azınlıkız.<br /><br />AB de öyle nitelendiriyor bizi; zaten onların AğBi’si, AB.<br /><br />Fransa’da Lise öğrencileri sokaklarda yürüyünce, yasa değiştiriyorlar bu AB ve AğBiciler; bizim milyonlarca “azınlık” meydanları doldurunca da, yine bu AB ve AğBiciler, Cumhurbaşkanının azınlık (2002'de % 25; 2004'te % 34) tarafından seçilememesini anti-demokratik buluyorlar. Sanki demokrasi sadece "oy" ve "azınlık" ile oluyormuş gibi.<br /><br />Demokrasi bir de hukuktur. İfadedir.<br />Sadece empati değil, sempatidir.<br />Eski Yunan’da demokrasi lotarya ile olurdu; haberleri yok.<br /><br />İşte bu hukuksal ve sempatik şu üçünde yaşadığımız demokrasi sürecinde, Profesör Yalçın Küçük bir kere daha haklı çıktı: Anayasa Mahkemesi’nin hukuku bilmediğini söylüyordu. Ben “olamaz, bilirler” demiştim. Profesör Turhan Esener hocamız da, bilmedikleri zannı içindeydi. Bana, “bilmiyor olabilirler” dedi, geçen gün. Profesör Tayfun Akgüner hocam da, “bilirler” demişti, aynı sohbette. Diğer hukukçuların görüşleri ise şöyle.<br /><br /><em>“Tuğcu, Köşk'e gönderilen anayasa değişikliğinin cumhurbaşkanı tarafından onaylanması süreciyle ilgili, "Referanduma götürülmesi söz konusu değil. Çünkü belirli oy sayısının üstünde kabul edilerek çıktı. Vetoyu bir kere koyabilir. Meclis tekrar 367'nin üstünde, yani üçte ikinin üstünde oyla gelirse, artık onu onaylayacak" demişti. 367 ile ilgili tartışmalarda öne çıkan anayasa hukukçuları Tuğcu'nun bu sözleri karşısında şaşkınlıklarını gizleyemedi, tek bir ağızdan cumhurbaşkanının halkoylamasına gidebileceğini savundu. </em><br /><em></em><br /><em>Hukukçuların görüşleri şöyle:</em><br /><br /><em><strong>* Eski Savcı Sabih KANADOĞLU:</strong> Talihsiz bir açıklama. 175'inci madde çok açık. Bu iddianın yanlış anlamadan doğduğunu düşünüyor ve umut ediyorum. Yanlış anlama değilse mahkeme başkanının önüne gelecek bir konuda düşüncelerini beyan etmesi de doğru değil.</em><br /><em></em><br /><em><strong>* Profesör Ergun ÖZBUDUN:</strong></em> <em>Basında çıkan şekliyle bir hata olduğu, yanlış anlama olduğunu düşünüyorum. Belki sürçülisandır. Soruyu yanlış da anlamış olabilir. Anayasa metni çok açık. Cumhurbaşkanının referanduma gitme hakkı var.</em><br /><em></em><br /><em><strong>* Profesör İbrahim KABOĞLU:</strong> Anayasada çok açık düzenleme var. Aynen kabul edilebilirse halk oyuna sunabilir. Cumhurbaşkanına takdir yetkisi tanımış. Cumhurbaşkanının bu takdir yetkisini kaldırıcı bir düzenleme de yok. Cumhurbaşkanı anayasa değişikliklerinin hemen hepsinde halk oyuna sunma konusunda yetkiye sahip. Tabii sayın Anayasa Mahkemesi Başkanı ile bir polemiğe girmek istemem ama bu konuda kesinlikle tereddüde yer yok.</em><br /><em></em><br /><em><strong>* Profesör Burhan KUZU:</strong> Anayasa açık. Nereden çıkarıyor anlamadım. Ama şu var. Meclis'te eğer bir anayasa 367'ye gerek görülmüşse dünyanın hiçbir anayasasında halk oyu yok. Bir tek bizde var. Tuğcu belki olması gerekeni söylüyor. Ama ne yazık ki referandum var. 30 yıllık anayasa profesörüyüm. Keşke olmasaydı ama Tuğcu'nun dediği gibi değil.<br /></em><br />Ben ise eminim Anayasa Hukukçularının ve Mahkeme üyelerinin bildiklerini. Biri bilmiyorsa diğerleri bilir. O nedenle çoğunlukla karar alıyorlar ve bir heyet olarak toplanıyorlar. Yargı bugün Türkiye’nin en güvenilesi kurumudur.<br /><br />“Yargı” da (hukuk deriz biz ona) demokrasidir. Devletçilik de demokrasi. Popülüzm de demokrasi.<br /><br />Sadece “sandık” ve “oy” değil.<br /><br />Bir de şunu ekleyeyim: Bugüne kadar farkına vardınız mı bilemem ama niye Atatürk ilkeleri içinde <strong>"demokratçılık"</strong> yok? Regis Debray'e sormalı... Ya da, Hürriyet ve İtilafçı, Lozan Heyeti üyesi Dr. Rıza Nur'un o muhalif anılarını okumalı; <strong>demokratçılık</strong> olmayan bir Mustafa Kemal döneminde, nasıl olmuş da, en demokratik meclisleri olmuş, Birinci ve İkinci meclisleri 80 yıllık Cumhuriyet tarihinde, bu ülkenin?<br /><br />Siz o tehlikeli tarihin farkında mısınız?Medyapolitenhttp://www.blogger.com/profile/00332494631747202343noreply@blogger.com2